12.5 C
İstanbul
19 Nisan 24, Cuma
spot_img

Atatürk ve Nazım Hikmet

Halkına büyük hizmetleri olmuş bu iki ismi de seven biri olarak böyle bir yazıya anlatacağım nedenlerle zor karar verdim. Ama Nazım’ın hayatını incelerken bu bölüme kamera tutmamak olmazdı.

Her şeyden önce şunu söylemek gerekir ki, Atatürk ve Nazım Hikmet benzer özelliklere sahipti. İkisi de bağımsız karakterli, özgür düşünen, halkı için uğraş veren, inandığı yoldan dönmeyen güçlü insanlardı. Biri tarihe not düşmüş asker ve devlet adamı biri de çok yetenekli bir şairdi. Yani iki farklı hayat ve bakış açısı söz konusuydu. Dünya görüşleri de birbirinden ayrılıyordu.

Nazım Hikmet ilk gençlik yıllarından itibaren komünizmi benimsemiş, hatta komünizmi öğrenmek için Almanya’ya gitmek istemişti. Fakat genç yaşlarında Vâla Nureddin ile birlikte Bolu’da tanıştıkları ağır ceza reisi Ziya Hilmi Bey onları Almanya yerine devrimin gerçekleştiği Rusya’ya yönlendirdi.

Nazım Hikmet’in arkadaşı Vâla Nureddin ile birlikte 1921-1924 yılları arasında kaldığı Moskova yılları sistemi anlama ve fikirlerini pekiştirmesine imkan vermişti.

Bir gün Hint Komünist Partisinin daha sonra önemli bir ismi haline gelecek olan Safter adındaki biriyle sohbet ederlerken onlara şöyle der Safter:

“Biz burada manevi tüketiciler durumundayız. Memleketlerimize gidip manevi üretici olmanın yoluna bakmalı. Tahsil yeter. Politikaya atılmalı, haksızlıkları yenmeli, dünyanın gidişini bir an evvel düzeltmeliyiz.” 

Nazım bu konuşmadan çok etkilendi ve o gün Türkiye’ye dönmeye karar verdi.

Dolayısıyla Nazım Hikmet’in bakış açısını, son derece inanmış biri olduğunu anlamak açısından bu olayın iyi bir örnek olduğunu düşünüyorum. Ancak Nazım’ın bütün faaliyetlerinin fikir temelli olduğunu akılda tutmak gerekiyor.

Nazım Hikmet Türkiye’ye döndükten sonra bir yandan edebiyat ve şiir alanında kendini göstermeye başlamış, bir yandan da siyasi fikirlerini etrafıyla paylaşmaktan ve deyim yerindeyse komünist harekete katkı vermekten çekinmemiştir. Özellikle aydınları ve işçileri fikirsel temelde bilinçlendirmeyi kendine görev saymıştır.

Büyük kurtuluş ve bağımsızlık mücadelesi sonrasında Atatürk’ün kurduğu modern yeni devlet ise Atatürk’ün ortaya koyduğu devrimler ve fikirlerle kendini iyice güçlendirmeye çalışmış, 1920’lerin sonundan itibaren bu daha da belirgin hale gelmiştir.

Kurulan yeni devletin dikkat kesildiği konular vardı ve komünist hareket de bunlar arasında yer alıyordu. Dolayısıyla Nazım Hikmet şairliği yanında politik bir figür olarak da dikkat çekmeye başlamıştı.

Neticede Nazım Hikmet çeşitli davalarla karşı karşıya kaldı ve çok yüksek hapis cezalarına çarptırıldı. Daha önceki cezaların yanı sıra 1938 yılındaki donanma davasında toplam 28 yıl 4 ay hapis cezası verildi. Nazım Hikmet fiili olarak on üç sene hapis yattı ve sağlık sorunları baş gösterdi.

Fakat o dönemlerle ilgili oldukça ilginç noktalar var. Nazım Hikmet’in Moskova yıllarından tanıdığı Şevket Süreyya Aydemir gibi sonradan Kemalizm’i destekleyen birçok yazar ve aydın tarafından aslında Nazım’ın yolundan döndürülmeye çalışıldığını, en azından fikirlerini ileri sürme konusunda geri planda durmasının istenildiğini anlıyoruz. Hatta bir takım telkinlerde bulunuluyor. Nazım’ın bunlara son derece bozulduğunu, Şevket Süreyya Aydemir’e çok kızdığını ve bu nedenlerden dolayı Vâla Nureddin ile de küs kaldığını anlıyoruz.

İlginç bir olay 1937 yılı Mayıs ayında Nazım Hikmet’in bir şekilde Ankara’ya çağrılması. Aslında bir davet gibi görünen şeyi Nazım Hikmet reddediyor ama bir şekilde mecbur kalıyor. Bir akşam yemeğinde Şevket Süreyya Aydemir, Nazım Hikmet ve Emniyet müdürü Şükrü Sökmensüer’in bir araya geldiğini ve kendisine bazı telkinlerde bulunulduğunu anlıyoruz. Yine ertesi gün İçişleri Bakanı Şükrü Kaya ile bir görüşme oluyor.

Anlaşılan o dönemde sistem komünist hareketi ve Nazım Hikmet’i tehlikeli görüyor. Ya da sistemi arkasına alıp inisiyatif kullananlar oluyor. Fevzi Çakmak’ın “Onu içeride tutmak zorundaydık” şeklinde bir yaklaşımı olduğu anlaşılıyor örneğin.

Tabii Atatürk’ün Nazım Hikmet’le ilgili gelişmelerden haberi olmadığı düşünülemez sanırım. Fakat Atatürk’ün davaların detaylarını ve yapılan hukuksuzlukları bildiğini zannetmiyorum.

Nazım’ın son aldığı 28 yıl hapis cezasından sonra annesi Celile Hanım’ın 4 Haziran 1938’de Atatürk’e yazdığı mektubun sonunda şu ifadeler yer alıyor:

“Mustarip bir ana sıfatıyla en büyük emelim, oğlumun masumiyetine sizin de kanaat getirmeniz ve onu affa lâyık görmenizdir. İstirhamlarımın reddedilmeyeceğine güvenerek, minnetle ellerinizden öperim büyük Atam.” 

Nazım Hikmet ise 18 Ağustos 1938’de Atatürk’e yazdığı mektubun sonunda şunları söylüyor:

“Başvurabileceğim en inkılapçı baş sensin. Kemalizm’den ve senden adalet istiyorum. Türk inkılabına ve senin başına and ederim ki suçsuzum.” 

Tabii hem Celile Hanım’ın hem de Nazım Hikmet’in  Atatürk’e yazdığı mektupların 1938’e, yani Atatürk’ün sağlık sorunları ile boğuştuğu bir döneme denk geldiğini görüyoruz. Mektupların Atatürk’e ulaşıp ulaşmadığına ilişkin bir kaynak göremedim.

İşte bir yanda büyük bir Kurtuluş mücadelesi veren ve modern bir ülke kuran Atatürk, bir yanda da inandığı yoldan dönmeyen komünist bir şair. Fakat Nazım Hikmet kendi deyimiyle doğrudan doğruya bir suç işlemiş değil.

Ne olursa olsun böylesine büyük bir şairin fikirleri yüzünden on üç sene hapis yatması son derece üzücü.

Vâla Nureddin, “Bu Dünya’dan Nazım Geçti” adlı kitabında Atatürk ve Nazım Hikmet’in 1921’de ilk defa karşılaştığı anı şöyle anlatıyor:

“Mustafa Kemal konuştuğu gruptan ayrılıp bize yaklaşmıştı. Salonun tam ortasında buluştuk.

İsmail Fâzıl Paşa isimlerimizi söyleyerek, “Genç şairler,” diye bizi takdim etti. 

Mustafa Kemal, elini ilk önce bana uzattı. Aklıma öpmek geldi. Sonra askeri bir edayla sıkmayı üsluba daha uygun buldum. Yine balkonda gördüğümüz kılıktaydı. Ve meşin getrleri vardı.

“Yolculuğunuz nasıl geçti, Ankara’yı nasıl buldunuz” gibi basmakalıp lâflara ihtiyaç duymaksızın, Mustafa Kemal, bizim için çok önemli olan konuya girdi: 

-Bazı genç şairler, modern olsun diye, mevzusuz şiir yazmak yoluna sapıyorlar. Size tavsiye ederim, gâyeli şiirler yazınız, dedi.”

Bu iki büyük ismin birbirlerini sevip sevmedikleri ve birbirlerine yönelik bazı ifadelerine ilişkin çeşitli rivayetler var ama onlara girmeyeceğim. Nazım Hikmet’in Kuvayı Milliye Destanı’nda Atatürk’le ilgili o muhteşem satırları ne yazık ki Atatürk’ün ölümünden sonra yayımlanmış. Keşke Atatürk bunları görebilseydi. Keşke Nazım hiç hapis yatmasaydı. Ama görüşüm şu: Atatürk yaşasaydı Nazım Hikmet’in bu uzun ve haksız hapisliğine razı olmazdı. Onun gibi entelektüel bir insan bir şairin mahpusluğuna er veya geç tepki gösterirdi.

Nereden bakılırsa bakılsın keder veren bir konu.

Not: Bu yazı Nazım Hikmet’in 120. doğum günü nedeniyle yeniden yayınlanmıştır.

Medya Günlüğü

Medya eleştirisine odaklanan, özel habere ve söyleşilere önem veren, dilediği konuda özgürce yazmak isteyenlere kapısı açık, kâr amacı taşımayan bir site.

Medya Günlüğü
Medya eleştirisine odaklanan, özel habere ve söyleşilere önem veren, dilediği konuda özgürce yazmak isteyenlere kapısı açık, kâr amacı taşımayan bir site.

İlginizi Çekebilir

4,757BeğenenlerBeğen
666TakipçilerTakip Et
11,281TakipçilerTakip Et

Popüler İçerikler