Moskova’ya gittiğimizde şehrin tam göbeğinde bir apartman dairesinde konaklamıştık. Daire değil ama apartman çok fena kokuyordu. O kokuyu anlatmam zor. Çünkü hem insanın burnunun direğini kıracak kadar çok kokuyordu hem de bildik tanıdık hiçbir kokuya benzemiyordu.
Moskova’dan ayrıldıktan sonraki bir kaç gün o kesif kokuyu burnumda taşıdım. Üstünden 10 seneden fazla geçti, yeniden duysam hemen tanırım diye düşünüyorum. O kadar tipik bir kokuydu.
Kendi ülkemde de çok eski ve çok pis binalara girip çıkmışlığım, kokularına dayanamayışım çoktur. Ancak kuzeyin eski ve pis apartmanlarının o garip kokusunun karlı buzlu havayla bir alakası olmalı diye düşünmüştüm. Haklıymışım.
Çinlilerdi sanırım, bozulan asfalt yollarını kazıp sökmek yerine bir mikrop salıyorlarmış da o mikrop artık istenmeyen asfaltı ve de betonu yiyip bitiriyormuş. Yıllar önce bunu duyduğumda çok şaşırmıştım. Nasıl şaşırılmaz ki. Sonuçta “yeme” dediğin yumuşacık eylemle “beton gibi” diyerek sertliğiyle tanımladığımız şey insan aklında kolay kolay yan yana gelmiyor.
2013 yılında yayınlanmış, Amerikan ve Çinli mikrop uzmanların beton bakterilerini anlattığı bilimsel bir makaleyi okuyunca konu kafamda biraz şekillenir gibi oldu. Yazıdan öğrendiğime göre, bu bakterilerin asıl önemi, lağım borusu sorununda gizliymiş. Bilirsiniz, ana lağım boruları diğer borulara benzemez. Hem çok kocamandırlar hem de kalın betondan (künk diyoruz galiba) üretilirler. O beton boruların bozulması, lağım sızıntısı ile toplum sağlığı sorunları yaratırmış ki bu sızıntıya neden olan bazı mikroplarmış. O nedenle de lağım drenajı konusu yüzyılımızın temel sorunlarından biri haline gelmiş. Moskova’nın apartman kokusundan nereye geldik değil mi?
Beton denince aklımıza ilk gelen binalar oluyor. Deprem ya da hortum gibi doğanın doğrudan saldırıları dışında binaların ömrünü sınırlayan olağan faktörler var. Varlıklarından haberdar olduğumuz ancak işlevlerinden bihaber olduğumuz mikroplar, bina canlılığının aleyhine çalışan faktörlerin başında geliyor.
İnsanı yaşatanların aslında mikroplar olduğu gerçeği, ihtiyarlatan ve öldürenlerin de mikroplar olduğu gerçeğini değiştirmiyor. Bu kapsamda bir genelleme yaparsak, binaları yaşatan da, yaşlandırıp öldüren de mikroplar. Bizler, mikroplar gezegeninin konuklarıyız. Asıl ev sahibi olan mikropların izni kapsamında konukluk edip sonra da yok oluyoruz. Yaptığımız binalar da öyle.
Bina sağlığında canlı varlıkların yani mikropların rolü daha yeni yeni anlaşılıyor. Hâlihazırdaki bilgimiz neme bağlı olarak duvarlarda gelişen küflenmeleri fark etmekten ibaret. Oysa artık “MID: Microbiologically induced deterioration” yani “mikroplar yüzünden çürüme” diye bir kavram geliştirilmiş durumda. İklim koşulları da bu türden bozunumu doğrudan etkiliyor, çünkü mikroplar da bizim gibi ısıya ve suya bağımlı canlılar.
Binaların neyle ve nasıl yapıldığı kadar hangi iklim koşullarına maruz kaldığı da ömrünü belirliyor. Yapı bütünlüğünü bozan dış faktörlerin başında “klorid” geliyor. Klorid, özellikle binanın temel taşıyıcı elemanı olan çeliğin ömrünü yiyor ama betonu tahrip edip, çatlatıp patlatmakta da pek mahir. Beton yapının can düşmanı olan klorid iyonu ile çalışmalar daha önceden başlamışsa da onun kadar önemli bir diğer faktör de sülfat. Bu ikisini ortama ekleyense bazı özel mikroplar.
Sülfür üreten ve sülfür oksitleyen mikroplar betonda üreme yarışında başı çekiyor. Sülfat, sulu ortamların özellikle de deniz ortamının olmazsa olmazı. Sülfat döngüsünde rolü olan mikroplar bu ortamların vazgeçilmezi. Anaerobik yani oksijensiz ortamda yani hava bile bulunmayan dip köşelerde yaşayabilen mikroplar, sülfatı sülfide dönüştürüyorlar. Oluşan sülfid hidrojenle birleşerek hidrojen sülfid oluyor. Zaman geçtikçe, betonun yüzeyindeki pH yani alkalilik oranı aşama aşama azalıyor. Uçucu bir bileşik olan hidrojen sülfid, sülfür oksitleyen bakterilere ulaşarak sonunda sülfürik aside dönüşüyor.
Sülfürik asit namıdiğer akü asidi. Akü asidi camları hatta kayaları eritmek için kullanılan çok güçlü bir asit. Zavallı beton nasıl dayansın sülfürik aside. Solunması sakıncalı olan, cilde teması önce yanmaya sonra yanıklara neden olan asit bu. Mikropların asıl marifeti betonun canına okuyan bu kimyasalı üretmeleri.
Eğer nem varsa ve pH (ortamın asiditesi) düşükse, beton yiyen mikroplara gün doğuyor. Havanın nemi çok artarsa, rutubet uzun süreliyse, ısınma, soğuma, donma gibi hava koşulları kısa aralıklarla ardı ardına gelişirse, klorid gibi deniz kenarında bol bulunan iyon ve tuzlar ortamda artmışsa, sülfatlar da bolsa, biraz da asit varsa, çürüme için her şey hazır demektir. Bütün bunlar, lağım borularında, su arıtma tesislerinde ve denizin içindeki her şeyde mükemmel bir bozunum süreci oluşturuyor ki bilimsel incelemeler de zaten oralardan kaynak alıyor. Edinilen bilgiler olağan yaşam alanlarımızdaki sorunu anlamakta kullanılıyor. (Demek ki eski Moskova apartmanlarını onca kokutan karlı buzlu havanın kolaylaştırdığı beton çürümesiymiş)
Betonun oluşturulma aşamasındaki uygulama hataları kadar sonrasındaki kontrol mekanizmalarının iyi işletilmeyişi de betonun bozulma sürecini hızlandırıyor. Ben konuya yeni vakıf oluyorsam da anlaşılan o ki mikropların neden olduğu beton hasarı konusundaki bilimsel yayınlar 1997 yılından bu yana katlanarak sürüyor. Yeni fark edilip eklenenlerle suçlu mikropların listesi de giderek uzuyor. Bu mikropların adlarını tek tek yazacak değilim. Zaten yazsam ne fayda…
Aslında beton ilk döküldüğünde yüksek pH (alkali düzeyi) sayesinde mikroplara karşı dirençli. Tıbbi jargonla söylersek “immün” gündelik jargonla söylersek “temiz”. Ancak suyun varlığı yani nem, beton yüzeyinde mikropların üremesini kolaylaştırıyor. Hele yiyecek de bulurlarsa öyle hızla ürüyorlar ki sonucu felaket. Neyse ki Çinliler beton yeme marifetini yükselttikleri bakterileri yollara salıyorlar da binalara salmıyorlar. Bizim kendi mikroplarımız (!) bize yetiyor.
“Müteahhit binada deniz kumu kullanmış” şeklindeki haklı suçlamalarının temelinde bu gerçekler yatıyor. Binalar bu nedenle erkenden çürüyor, ölüyor ve ilk dokunuşta tuz buz oluveriyor.
Çürük ve çürüme kokusunu hepimiz biliriz ve bu koku sayesinde çürüyenden kaçınırız. Beton çürümesinin ara aşamasını oluşturan uçucu kimyasal hidrojen sülfür, çürük yumurtadan tanıdığımız pis kokunun sahibi. Ancak sonrasında dönüştüğü sülfirik asidin kokusu yok.
İster küflenmeden söz edelim ister çürümeden, ortamda kötü mikroplar varsa koku da mutlaka var. Mikropların sayısı ve çeşidi arttıkça kötü kokunun şiddeti ve çekilmezliği de artıyor. O yüzden eğer bir bina leş gibi kokuyorsa orada mutlaka çürüme var.
Bina kokusunun benim Moskova apartmanında burnuma mandal takmama varacak yoğunluğa çıkmasını beklememek lazım. Bir binada kötü koku yani çürüme başlamışsa, orada hem binanın hem de insanın ömrüne yönelik tehdit vardır. Nem ve küf diye geçiştiriverdiğimiz her türden mikrobun yuvalarımızda yuvalanmasının bedeli, binalarımızın olduğu kadar bizim de çürümemizdir.
Evet, çürük mikroplarının bulunduğu ortamda yaşadıkça biz de gerçekten çürüyoruz. Lamı cimi yok bu işin, binalarımızın çürümesine göz yumduğumuz oranda biz de çürüyoruz, dahası çürük binalar yapmayı marifet bilen çürükleriz. Temizlenmeye para hırsından başlamadıkça da çürüklüğümüzü sürdüreceğiz.
Bina maliyetine, insan sağlığının gerçek maliyetini eklemedikçe önümüz karanlık.