Erdal Çolak
Günümüzde insanların sahip oldukları en önemli düşünce varoluş düşüncesidir. Bunun üzerine eğilerek uygulamaya yönelik bir çabanın varlık anlayışıdır. Düşüncelerin, duyguların, cümlelerin hızlı ve gereksiz harcanıp, tüketildiği, savurgan, vurdumduymaz bir şekilde israf edildiği bir devirde yaşıyoruz. Oysa bizi var eden dönüşümü, varoluşu anlamlandırmalıyız.
Öyle bir yaşam ki caddelerde, sokaklarda, AVM`lerde delice bir telaşın ortasında yüzleri asık insanlara korkular, kaygılar pusu kurmuş. Sözüm ona var oluşundan hoşnutsuz insan yığınları. Sanki termal kamera ile bakınca insanlardaki acıyı, kasveti, iç sıkıntılarını, hayal kırıklıklarını, umutsuzluğu görebiliyorum. Önüme düşen hayatların çaresizliğini belki de sadece gözüme görünen hayatları, matlaşmış gri renkleri izliyorum. Kimsenin kimseye ihtiyacı yokmuş gibi, ne bir nasılsın diyen ne de derdine üzülen var. İnsanın varoluşu hiçbir zaman başkalarını bulma çabası ile değil her zaman kendini bulabilmek ile olabilir. Her birinin psikolojisinde manipülasyon, duygusal soğukluk, yoksunluk, ahlaki kayıtsızlık ile karakterize edilen bir yaşam tarzı. İnsanlar arasında hırs, sonu gelmez istek, tutku durumunu almış isteklerin yanında yaşamın anlamsızlığı, başarı odaklı olmak için her yolun mübah görüldüğü bir sürü durum var. Stresli, kaygılı, depresif bir sürü insan…Kimse düşünmüyor; oysa evrenin, hayatın, insanın varoluşunun ana teması düşünmeyi gerektirir.
İnsanoğlunun hayatı anlam arayışında askıda kalmış bir sürü soru vardır. İnsan sadece nasıl var oldu sorusunun cevabını merak etmez. Niçin sorusu da en az nasıl, ne zaman ve nerede sorularının cevapları da onu ilgilendirir, insan zihnini hep meşgul eder. Düşünsenize, isteğiniz dışında yeryüzüne olumlu bir hayat için doğuyor. Neden doğduğumuz, nasıl, ne sebeple dünyaya geldiğimizi bilmeden sonucu, ölümü bilen tek canlı türüyüz. Bu kadar karmaşık, zor, çetin hayat şartlarında yaşamı sorgulamaya çalışmak akıl fikir işi değil. Burada insan varoluşunu sorgulayan, kavramaya çalışan zamanı üç boyutlu olarak geçmiş, şimdi ve gelecek olarak idrak edip yaşayabilen tek varlıktır.
İnsanoğlu fiziki yapı olarak, doğa karşısında bazı canlı türlerine oranla dünyaya daha zayıf ve güçsüzdür. Bu yetersizlikten kaynaklandığı için her insanın varoluşunda bir eksiklik duygusu mevcuttur ve duygu hep var olur. İnsanoğlu çocukluk döneminde diğer canlı türlerine göre en zayıf, yardıma en çok muhtaç olan güçsüz bir varlıktır. Doğadaki bir canlı olarak diğer canlı türleri ile aynı havayı, aynı gökyüzünü paylaşan ve en önemlisi kader birliği yapan canlılarız. Diğer canlı türleri gibi mükemmel, doğa şartlarına uygun bir yapıya sahip değiliz. Diğer canlı türleri gibi mükemmel bir savunma ve donanıma sahip değiliz. Evrende olup biten her şey her canlı türü gibi insanoğlunu da etkilemektedir. Bütün canlı türü için geçerli olan barınma, cinsellik, soyu devam ettirme gibi geçerli olan temel gereksinimler bizim için de söz konusudur.
Varlık, var olma evrende ya da düşüncede yer alma durumudur. Ağlama bireye özgü evrensel, düşünsel ve duygusal nedenlerle ortaya çıkan bir davranış türüdür. Varoluşu, huzuru, sükuneti, sessizliği ve dinginliği değişimde bulur. Bilinen, bilinmeyen her şey zıttı ile var olur, her şey zamanın içindedir. Her şey bir yerden başka bir yere doğru hareket, akış içindedir. Burada var olan değişim, doğrudan insanın sebep olduğu değişim olduğu gibi zamanın yol açtığı bir değişim de söz konusudur.
Ağlamak evrensel bir olgu olmasının yanı sıra canlının var oluşunun bir gerçeğidir. Tarihte ağlama, acıya tepki gösterme, varoluşu anlama konusunda en eski edebi bulguya Sümerlerin yazdığı Gılgamış Destanı’nda rastlanıyor. Gılgamış, arkadaşı Utnapiştim’in ölümünden dolayı derin bir kedere boğulur. Bir yandan ağlarken, bir yandan da hayatın anlamını ve sonunda yok olup gidecek olmanın karşısında insanın yapıp ettiklerinin değerini, varoluşu sorgulamaya başlar. İnsanın ilk atası olarak atfedilen Hz. Adem aktarılan bir söylentiye göre Havva ile cennetten çıkarılınca işlediği günahtan dolayı o kadar çok ağlamış ki neticesinde affedilmelerini sağlamış. İnsandaki ağlama serüveni dini inanca göre böyle başlamış. Kutsal kitap eski Ahit’e göre Yahudilerin önünde ritüeller uygulayarak ağladıkları duvar yıkılmayacak ve Rab mâbedin batı duvarını asla terketmeyecekti. Daha önce ağlamak diye bir ritüel Yahudi inancında yoktu. Milattan sonra 1. yılda Roma İmparatoru Tiberius Romalıların Yahudilere uyguladığı baskı ve zulümün sonunda onları Kudüs’ten kovmuş. Yahudiler Romalılar tarafından başka ülkelere sürülüşlerini anmak, kinlerini artırmak, güçlendirmek, mâbetlerine yeniden kavuşup hâkimiyetlerini kurmak hayali içinde dua ve göz yaşı ile acılarını gösterip yas tutarlar.
İncil’de ise, şeytan doğar doğmaz çocuklara dokunduğu için bebeklerini ağlamasını buna bağlarlar. Ağlamayan tek çocuk Meryem oğlu Hz. İsa’dır.
İslam dini duygu ve heyecanla ağlamayı tavsiye eder. Bilinci yaşamın varoluşuna dair olan tür ağlamaların karşılığında Müslüman kişiye büyük sevap verileceği ifade edilir. Kur’ân-ı Kerîm’den, Hz. Yakub’un sevgili oğlu Yusuf’un hasretiyle çok ağlamasından dolayı gözündeki merceğin şeffaflığını kaybetmesi sonucu perde indiğini biliyoruz.
Ölüm dahi olsa ağlamak Hinduizm’de doğru kabul edilmeyen davranıştır. Hintlilere göre, eğer ağlanacaksa duygusallıktan veya acıdan değil, rahatlamak için ağlanmalı.
Çin inancına göre insan o kadar acı çekmiş ki, panzehir olarak gülmeyi yaratmak zorunda kalmış.
Romalıların kültüründe ağlamak öfkeyi silerdi. Filozof Herakleitos, insanın haline acıdığı, vahlandığı için hep üzgün bir yüz ve yaş dolu gözlerle dolaşırmış. Kral VI. Henry oyununda Shakespeare, “Ağlamak üzüntünün derinleşmesini önler” diye yazmış. Fransız filozof René Descartes, ağlayabilen insanın sevme ve merhamet etme becerisine sahip olduğunu düşünüyordu.
Bebeklikteki kız ya da oğlan herhangi bir cinsiyet farkı olmadığından bebekler aynı şekilde ağlar. Ağlama doğuştan gelen bir davranış motifi olduğundan insan mutluluktan da mutsuzluktan da ağlayabilen bir varlıktır. Bebeğin ana rahminden çıktıktan sonra ağlaması annesini güldürdüğü ilk ve tek ağlama sesi olduğundan hiçbir anne çocuklarının bir daha ağlamasını istemez. İşte bebeğin bu ilk ağlayışı bana göre var oluşun ilk adımının sesidir.
İnsan doğarken ağlar çünkü anne rahminden çıktığında suni oksijenden gerçek oksijene geçiş acılı bir süreçtir. Buna karşılık anne karnındaki karanlık bir yerden, daha sıcak bir ortamdan daha açık ve daha soğuk bir ortama geçtiğinden daha fazla oksijenin ciğerlerine girmesi bebeğin canını çok acıtır.
İnsan bilmez ki yaşamış olduğu bu acı daha başlangıçtır. Bu sebeple hemen hemen bütün bebekler ağlar. Böylesi bir varoluşla bebek bir var olma savaşı içine girmeye başlamıştır. Varoluş, çocuğun kendisini kendisi yapan özellik çocuğun kendinden hoşnut olma halidir. Çocuğun kendi beni ile öteki benler arasındaki varoluşunu belirler. Ne kadar acı ki insan büyüdükçe ağlamanın sadece çocukken sonucu değiştirdiğini öğreniyor.