Klasik Çin felsefesinin ağırlıklı olarak siyaset ve toplumla ilgilendiğini görüyoruz. Bu, bir açıdan şaşırtıcı; çünkü komşu Hint felsefesi, bunun tam tersine, bilgi kuramı (epistemoloji) ve bireye ağırlık veriyor.
Çin’in klasik düşünürleri, beylikler döneminde, beylikler arasındaki şiddetin sıradanlaştığı, tek bir birleştirici lidere yönelik özlemle nitelenen bir dönemde ortaya çıkıyor. Kimilerine göre onlar kendi görüşlerini geliştirmekten çok, dönemlerinin toplumsal eğilimlerini yansıtıyorlar. Dolayısıyla, soyutlamayı düşünce sistematiklerinin merkezine yerleştiren klasik Yunan düşünürlerinin tersine, klasik Çinli düşünürler günlük yaşamla daha çok iç içeler. Öte yandan, onları çağlarının basit bir ürünü olarak görmek, onların fail, özne ya da oyuncu olarak niteliklerini göz ardı etmemize yol açmamalı. Yunanistan da bir şehir devletleri ve iç ve dış savaşlar dönemi yaşıyordu ama bunun klasik Yunan felsefesine nadiren yansıdığını görüyoruz. Bu açıdan “Antik Yunanistan’da felsefe bir kaçış, antik Çin’de ise bir arama ya da arayıp bulma çabasıdır” diyebiliriz.
Klasik Çinli düşünürlerde iki eğilim göze çarpıyor: Birincisi şefkat kavramı üstünden yol alan devlet baba düşüncesi, diğeri ise despotizm üzerinden yürüyen ‘doğal yasa’ ya da ‘doğal düzen’ düşüncesi. Konfüçyüs’ün (‘Kong Usta’ ya da ‘Üstat Kong’ anlamında) temsil ettiği birinci yaklaşıma göre, devletin görevleri ve sorumlulukları var. Hiyerarşi ve uyum, toplum genelinde doğal karşılanıyor. Devletin olduğu gibi, toplumun her üyesinin de görev ve sorumlulukları var. İşin özeti, herkes “büyüklerine saygı, küçüklerine sevgi gösterecek”. Bu anlayışta, aile, kilit bir konumda. Devletin görevi ise, halkı bir ‘aile reisi’ gibi çekip çevirmek. Kong’cu düzen, analojinin hükümdarlığı. Bu aile-devlet benzetmesi, yönetim felsefesi olarak hayata geçiriliyor. Bu yaklaşım, bu nedenle, psikanalitik çözümlemeye oldukça uygun.
‘Hukukçular’ olarak adlandırılan düşünürler ise, yönetenle yönetilen arasındaki böyle bir duygusal bağa tümüyle karşılar. Onlara göre, hükümdarın görevi kendilerince tanımladıkları ‘doğal düzen’i sağlamak. Bu açıdan, bu anlayış, ‘dirlik düzen’ odaklı. Dahası, bu düzeni koruma görevini en vahşi yollarla gerçekleştirmekten geri durmuyor. Böyle baskıcı bir rejimin ilk düşmanı, kuşkusuz, aydınlar olacaktır. Fakat despotizm o kadar başarılı olacaktır ki, baskı, doğalmış gibi görülmeye başlanıp kanıksanacaktır (“daha ne olacağıdı” düşüncesi).
Makyavel’den yüzyıllar önce yaşamış olan bu düşünürler hükümdara, muhaliflere karşı “böl-yönet” politikasını izlemelerini salık verir. Günümüzün gözetim toplumu tartışmalarının öncülü olarak, hükümdarın ülkenin dört bir yanına hafiyelerini salması ve böylece her yerde gözünün kulağının olması da öneriler arasındadır. Böylece hükümdar, isyanları bastırmanın ötesine geçip isyan olasılığını ortadan kaldıracaktır. Bu da, bize, günümüzün ‘olağan şüpheliler’ kavramsallaştırmasını anımsatır. Bu önerilerin arasında, savaşın yalnızca dışarıya karşı güç gösterisi için değil, içeride kendi halkını baskı altında tutmak için önerilmesi de dikkat çekicidir. Savaş halkın artı değer üretimine izin vermeyecek, böylece hükümdara kafa tutacak bir mülklü sınıfın ortaya çıkması engellenecektir. Bu despotizmde yasaların tartışılması, ‘teklif dahi edilemez’.
Bu bağlamda diyebiliriz ki, Kong’cu devlet, Gramsci’nin rızaya dayalı hegemonyasıyla benzerlikler taşırken, ‘hukukçu’ düzen, zora dayalı hegemonyayı anımsatıyor. Bir diğer deyişle, havuç-sopa ilişkisi söz konusu. Bir de, güçlü bir akım olarak, Taocu felsefeyi düşünebiliriz. Bu akım, “her şey olacağına varır” (“Que sera sera”) ya da “Su akar yatağını bulur” anlayışıyla daha çok, “bırakınız yapsınlar”cıları akla getiriyor. Taocu düşünürler, halk üzerinde, olabilecek en az sayıda ve en basit düzenlemelerin yapılmasından yana; çünkü doğal olan, basittir. Yasaklar, onu çiğnemek isteyenleri başına toplayacaktır. Ne kadar yasa ne kadar ferman o kadar çok hırsız… Taocu düşünürler bugün yaşasaydılar, herhalde ekonomik olarak klasik okulu savunacaklardı; çünkü görüşleri, “piyasanın görünmez elinin dengeyi sağlayacağı; devletin çözüm değil sorun olduğu” biçimindeki klasik ekonomi düşüncesine çok yatkın.
Klasik Çin felsefecilerinden Mencius’a (Meng Usta, Üstat Meng) göre insan, özünde iyidir. O, insandaki iyilik eğilimini yukarıdan aşağıya akan bir ırmağa benzetir. İnsan da akan su gibi doğal olarak iyiliğe yönelmektedir. Ancak onu toplumsal koşullar bozar. Bu nedenle, devlete büyük bir görev düşmektedir. İnsanı kötülüğe sürükleyenler, ekonomik sorunlardır. Demek ki, o zaman, devletin önceliği, eğitim değil istihdam olacaktır. Xunzi (Hun Usta, Üstat Hun) ise Mencius’un dediğinin tam tersini ileri sürer. Ona göre, insan, özünde bencildir. Toplumda dirlik düzenlik sağlanmasa, insanlar her tür kötülüğü yapabilirler. Bu görüşün siyaset felsefesindeki karşılığı, yukarıda anıldığı üzere, despotizm; diğer bir deyişle, insanın doğal kötülüğünü engellemek için halkı sürekli baskı altında tutan bir ‘tek adam’ rejimi. Bu tartışmalardan anlaşılabileceği gibi, aslında klasik Çin felsefesi, Avrupa’da tartışılagelen siyaset felsefesi ikilemleriyle yakın akraba görünümünde.
Bugün Çin’de elbette antik Çin felsefesinin suyunun suyunun suyunu görüyoruz. Nasıl ki günümüz Yunanistan’ında antik Yunan felsefesinden pratik anlamda neredeyse hiç iz kalmadıysa, günümüz Çin’inde de bağlamlar çok farklı artık.
Çin’in siyaset felsefesini değerlendirdiğimizde, bugün kapitalizme doğru koşar adım gitmekte olsa da, yakın tarihteki Marksizm ve Maoizm etkilerini yadsıyamıyoruz. Yine de, iktidarın rızaya dayalı mı zora dayalı mı olacağı ve insan doğasının iyi mi kötü mü olduğu gibi sorunlar, evrensel nitelikte olmaları dolayısıyla geçerliliklerini koruyor.
ulasbasar@gmail.com
Not: Bu yazı “Çin/Çifte Ejderhanın Diyarında-1” kitabımdan alınmıştır.