Muhteşem bir yaz gecesiydi. Birçoğunu hayatımda ilk kez gördüğüm, onlarca çeşit “Hadi durma, beni ye” diye kulağıma fısıldayan peynirin içinde kendimi kaybetmiştim.
Baktım ki masada oturan diğerleri, peynirden ziyade sohbet etmekle ilgileniyor, ben de fare gibi davranmaktan vazgeçip onlara katılmaya karar verdim. Ne de olsa masadaki tek Türk bendim. Yaptığım her hareket, ettiğim her laf dikkatle inceleniyordu. Zor da olsa gözümü tabaktan alıp, gökyüzüne yönelttim.
Mumlardan başka aydınlatması olmayan bahçede, gökyüzündeki tüm yıldızlar bize ışık tutuyordu. Benim gökyüzüne yöneldiğimi fark eden Robert, masada oturan diğer arkadaşlarına dönüp “Konuşurken Mars’ı kaçırıyorsunuz; bakın, hemen yukarıda” dedi. Gerçekten kızıl gezegen orada öylece asılı duruyordu. Nasılda görüvermişti çıplak gözle? Sonra yıldızları saymaya başladı, diğerleri de ona eşlik etti.
Queens bölgesindeki “Forest Hills” semti, New York’un gökdelenlerle dolu, ışıl ışıl Manhattan bölgesinin aksine, müstakil bahçeli evlerinin olduğu, kaldırımlarında sincapların oynadığı, çocuklu ailelerin yaşadığı, gece ne ışığın ne de sesin olduğu bir yerdi. Forest Hills’de bırakın parkı bahçeyi, sokakta bile kafanızı kaldırıp gökyüzüne baktığınızda yıldızları sayabiliyordunuz.
Forest Hills’li komşular, şaraplarını yudumlarken beni Türkiye’yle ilgili soru yağmuruna tutuyorlardı. Ben de itinayla cevaplamamaya çalışıyordum.
Eksik olmayalım, ülke olarak sürekli New York Times’ın manşetlerindeydik. Finansal krizden, başkanlarımızın birbiriyle kapışmasına kadar her şeyi yazan ABD medyasını takip eden Amerikalılara “Yok canım, durum hiç de yazıldığı gibi değil, bizim başkan öyle dememiştir. Zaten bizim ülkede her şey süt liman, ekonomik olarak da çok güçlüyüz. Kriz de yok” diyecek halim yoktu pek. Nasıl aklayacaktım ülkemi, insanımı? Onların sakıncalı sorularını cevaplamak yerine, soru sormak çok daha işime geliyordu. Çok sıkıştım mı “Trump’ın attığı twiti gördünüz mü?” diye konuyu değiştiriveriyordum. Masada tansiyon aniden yükseliyor, saatlerce memleketlerini çekiştirebiliyorlardı. Trump konusu konuşulmaya başladığı anda kendimi Türkiye’de gibi hissediyordum. Arada “sizin için üzgünüm” deyip tansiyonu düşürmeye çalışıyordum. Trump’ın kural tanımaz, egosu yüksek ve kısmen deli olduğu konusunda onlarla hemfikirdim. Ama arada güzel şeyler de yapıyor gibiydi Amerika için. İlk günlerimde bu görüşümü birine söyleyeyim dedim. Karşımdaki kişinin eli ayağı titremeye başladı sinirden. Sonrasında, seyahatim boyunca bu konuda yorum yapmamaya, sadece soru sorup anlamaya çalışmaya karar verdim. Bu benim Amerika’daki can güvenliğim için çok daha doğru olacaktı.
Forest Hills’teki sohbetimiz devam ediyordu. Yıldızlar, şarap, “Çılgın Zengin Asyalılar”, NY metrosu, Pensilvanyalı sapık rahipler, çocuklarından ayrılmak zorunda kalan göçmenler, mahallede mucizevi bir şekilde açılan kitapçı, kitap satın alırken sayfalarını çevirmeye hasret kalmak, bir Hollywood yıldızının kaşı, diğerinin gözü ve tabii ki “Trump” gecenin gündemiydi.
Bir ara yine peynirlere dalmışım, tabağım boşalıp kafamı kaldırdığımda orada benim gibi misafir olarak bulunan bir karı kocanın mayolarını giydiğini fark ettim. Bahçede havuz mavuz yoktu ama karşımda öylece mayolarıyla duruyorlardı. Az önce Mars’ı, yıldızları incelemiştik, yanılıyor olamazdım düpedüz geceydi. Gece gece güneşlenecek halleri olamazdı. Acaba şarabı çok mu kaçırmışlardı? Yoksa ben mi şarabı çok kaçırmıştım?
Christa yani Robert’ın eşi, aynı zamanda ev sahibesi, kapının yanındaki yüksekçe bir şeyi göstererek “Hot tub’a gireceğiz. Mayonu getirmedin mi?” diye sordu.
“Hot tub” dedikleri sıcak küvet, jakuzi gibi bir şeydi. Daha önce tanıştığımızda bir “Hot tub” sohbeti olmuştu, hatırlıyor gibiydim. “Bizim evde var, istersen gelip girebilirsin “demişlerdi. “Hı hı” deyip geçmiş, çok da ciddiye almamıştım. Ama o an gelmişti işte. Hepsi karşımda durmuş, o şeyin içine girmek için hazırlık yapıyorlardı. Şaşkınlık içerisinde öylece izliyordum olan biteni.
Halbuki gayet aklı başında insanlardı. Yaşını başını almış, eğitimli, meslek sahibi, hayvan sever, harika ebeveyn. Hepsi çöplerini ayrıştırıyordu, hepsi New York Times okuyordu, hepsi Trump’tan nefret ediyordu, anlayacağınız hepsi gayet normal insanlardı, daha doğrusu normal olmalılardı.
Bu saatte hep beraber sıcak jakuziye girmek de nerden çıktı şimdi? Kafamdan bir milyon soru geçerken onlara cevap veremediğimi fark ettim.
“Mayom var ama evde, yanıma almak hiç aklıma gelmedi” diye yine yan çizmeye çalıştım. Talihsiz durum, ben de oraya yürüme mesafesinde kalıyordum. Masadakilerden biri bana dönüp “İstersen gidip alabilirsin, çok yakınsın buraya” deyiverdi. “Off, uzatmayın işte! Bize ters bunlar, ters!” diye haykırasım vardı ama onun yerine en sakin biçimde “Yok, teşekkür ederim” deyip, masada oturmayı tercih ettim.
Çok eğlendiler, hem de çok! Hiç edepsizlik yapmadan, bağrış çağrış olmadan, jakuzinin içinde keyifle sohbet ederek, fokurdayarak masaj yapan yaklaşık 40 derece suyun içinde onların mest olmuş yüzlerini incelerken kendi kendime söylendim durdum.
“Niye girmedim ki ben de? Bak işte ne kadar güzel sohbet ediyorlar ne de güzel rahatladılar”
“Saçmalama Buket, ayıp! Misafir gittiğin evin jakuzisine mi girilirmiş?
” İyi de burada ayıp değil ki baksana gayet doğallar, nasıl da keyif alıyor hepsi?”
“Tamam yeter, önüne bak sen.”
Gecenin finali onlar için şahane olmuştu. Hepsi rahatlamış, kasları gevşemiş, günün stresini, toksinlerini atmış; yanakları al al, sanki gençleşmiş bir haldelerdi. Ben ise böyle bir etkinliğe katılmaya utandığım için stresten kaskatı kesilmiş, üzülmüş, kırışmış, her nasılsa yaşlanmıştım.
Kafamda binbir düşünceyle çantamı omzuma asıp evden ayrıldım. Ben normalsem onlar neydi? Hani geniş görüşlü, çağdaş bir insandım, yoksa değil miydim? Bunlar tabuysa, onları yıkmak için daha ne kadar gezip görmem gerekiyordu? Forest Hills’den yıldızlarla dolu gökyüzüne baktım.
Belki de sonsuza dek böyle kalacaktım, kim bilir?..
Sevgiyle kalın,