Modern dünyanın kriz haritalarına dikkatle bakıldığında, ABD dış politikasının en “çıplak” göründüğü yerlerden birinin Venezuela olduğu hemen fark edilir.
Çünkü Venezuela ne Orta Doğu’nun karmaşık güvenlik düğümlerine benziyor ne de Uzak Doğu’nun teknoloji rekabetine; burada mesele doğrudan doğruya ekonomik bağımlılık, enerji kaynaklarının kontrolü ve uluslararası meşruiyetin nasıl üretildiği ile ilgili. Bu nedenle Venezuela meselesi, çoğu zaman Washington’un en rafine ve aynı zamanda en utanmaz müdahale biçimlerinin sahnelendiği bir laboratuvar gibi duruyor.
Venezuela’nın trajedisini anlamak için sadece son yirmi yıla bakmak yeterli olmaz; çünkü bu hikâye, Latin Amerika’nın yüz yıldır değişmeyen emperyal döngülerinden biri. 1900’lerin başından itibaren ABD kıtanın tamamını Monroe Doktrini’nin gölgesinde “arka bahçesi” ilan etti. Yani uluslararası hukuk düzleminde bağımsız olan ülkeler, ekonomik yapıları ve siyasal yönelimleri açısından Washington’un onayından geçmek zorunda bırakıldı. Venezuela bu denklemin en stratejik halkasıydı; çünkü topraklarının altında yalnızca petrol değil, ABD’nin enerji güvenliği açısından vazgeçilmez bir bağımlılık zinciri yatıyordu
Bu nedenle Venezuela siyaseti, uzun yıllar boyunca ABD merkezli petrol şirketlerinin ve Washington diplomatisinin görünmez çizgileriyle şekillendi. Chávez’in yükselişi tam da bu çizgiyi kırmaya çalışan bir halk tepkisiydi. 1999 sonrası dönemde devletin enerji gelirlerini yeniden dağıtması, ulusal şirketleri devreye sokması ve petrolü stratejik bir bağımsızlık aracı olarak kullanması, ABD’nin kıta düzenine yönelik en ciddi meydan okumalardan biriydi. Washington’un buna verdiği yanıt ise ne yazık ki şaşırtıcı olmadı: ekonomik abluka, finansal izolasyon, diplomatik baskı, muhalif grupların desteklenmesi ve ülkenin kurumsal yapısının uluslararası alanda itibarsızlaştırılması.
Bu noktada Venezuela’nın yaşadığı ekonomik çöküşü tek boyutlu anlatılara indirgemek, hem analitik hem de etik açıdan sorunlu. Çünkü hiperenflasyon ve gelir erozyonu elbette yönetim hatalarından beslendi; fakat aynı zamanda ABD finansal sisteminin uyguladığı sert abluka, ülkenin dış ticaret kanallarını daralttı. Petrol gelirlerinin dondurulması, devletin döviz erişimini engelledi, ilaç ve gıda tedarikini bile imkânsız hale getirdi. Bir başka deyişle, ülke yönetim krizlerinin ortasında yalnızca kendi hatalarıyla değil, dışarıdan gelen sistematik bir boğma hamlesiyle karşı karşıya kaldı.
Bu tabloyu çıplak biçimde görmek isteyenler için en net örnek, 2019’da Juan Guaidó’nun “tek taraflı” olarak devlet başkanı ilan edilmesiydi. Washington’un bu kararı aynı gün tanıması, Venezuela’nın ekonomik varlıklarını Guaidó adına bloke etmesi ve petrol şirketi CITGO’nun yönetimini muhalefete devretmesi, modern uluslararası hukukun en tartışmalı müdahalelerinden biri olarak tarihe geçti. Çünkü bu hamle, yalnızca ekonomik bir şok yaratmadı; aynı zamanda “bir ülkenin siyasi geleceğini dış güçler belirleyebilir” fikrini normalleştirdi. Bu da ABD emperyalizminin 21. yüzyıldaki en sofistike yüzlerinden biri oldu.
Bugün Washington, Venezuela’ya yönelik politikasını yumuşatmış gibi görünse bile, bu yumuşama çoğu zaman pragmatik bir enerji arayışının sonucu. Rusya–Ukrayna savaşı sonrası oluşan petrol piyasası kırılganlığı, ABD’yi yeniden Caracas’a yöneltti. Fakat bu yöneliş, geçmişteki müdahalelerin ağırlığını ortadan kaldırmıyor. Aksine, güç ilişkilerinin ne kadar hızlı yön değiştirdiğini, kimin hangi hak üzerinden konuştuğunu ve enerji güvenliğinin jeopolitik dili nasıl belirlediğini gösteriyor.
Bu noktada Venezuela’nın yaşadığı krizin artık sadece ekonomik veya siyasi değil, toplumsal bir yıpranmaya dönüştüğünü söylemek gerekiyor. Ülkenin milyonlarca yurttaşı göç etmek zorunda kaldı, sosyal yapı parçalandı ve bu göç dalgası ABD’nin bölge politikalarında yeniden pazarlık konusu haline geldi. Yani aynı ülke hem ekonomik ablukanın hedefi hem de göçmen krizinin “müzakere kartı” oldu. Bu da modern emperyalizmin yeni karakterini ortaya koyuyor: artık tanklar ülkelerin kapısına dayanmıyor, ama insanların hayatlarına dayanan bir baskı mimarisi işliyor.
Bütün bu tablo, Venezuela meselesinin neden bu kadar “açık” bir emperyal örnek olduğunu anlaşılır kılıyor. Çünkü ABD’nin müdahaleleri burada diplomatik nezaketin arkasına gizlenmiyor; doğrudan, araçsallaştırılmış, ekonomik şiddet biçiminde karşımıza çıkıyor. Bu durum, Latin Amerika’nın tarihsel hafızasında yalnızca bir devletin değil, bütün bir coğrafyanın kırılganlığını daha da görünür hale getiriyor.
Sonuç olarak Venezuela krizi, ABD’nin hâlâ çok katmanlı bir hegemonyaya sahip olduğunu, fakat bu hegemonya biçiminin askeri görünürlüğünden ziyade ekonomik ve diplomatik manipülasyonlarla yürüdüğünü gösteriyor. Bu tabloyu basit bir anti–Amerikancılığa indirgemek doğru olmaz; konu daha geniş: modern dünya artık savaşları silahla değil, ekonomik ağlarla, finansal blokajlarla, jeopolitik baskılarla yürütüyor. Venezuela bunun en acı örneği. Küresel güçler sahneye daha sessiz çıkıyor ama etkileri daha derin ve uzun sürüyor.
Eski sömürgecilik artık çoktan bitti deniyor; hâlbuki sadece kostüm değiştirdi.
Orijinal fotoğraf: rtve.es
***
Medya Günlüğü sosyal medya hesapları:
