Bir süre yazmaya ara vermek istiyordum. İçimde yazdıklarımla ilgili bir tatminsizlik vardı. Fakat 4 Temmuz tarihinde hepimizin en hızlısı Nihat Genç ağabeyin Hakk’a yürüdüğünü öğrenince yazmaya karar verdim.
Nihat ağabeyi yazmayı düşünmeye başlayınca… Kafamda birtakım çıkarımlar oluştu. Neydi yahu onu böylesine coşkuyla ve ateşli dile getiren? Bu sebep aslında benim daha önce de yazdığım tarihten bugüne kolektif bilincimize işleyenlerdi. Bu sebep Nihat Genç ağabeyin son sözlerinde saklıydı. Ne olmuştu Nihat ağabeyin son sözü?
“Cumhuriyeti yaşatın.”
Hatırlarsınız büyük sanatçı Levent Kırca da son mektubunda “Atatürk’le kalın, Cumhuriyet’le kalın” dememiş miydi? Canlar, söz değildi bunlar sadece… Bunlar hepimize ölümlerle bitmeyecek bir şeyi Atatürk’ün “sıra neferliğini” bilincimize silinmez bir yazıyla gergef gibi işleyenlerdi de…
Sözler ki, içimizde taşıdığımız ruhun aşikarıdır. Fakat yine de hepimiz her şeyi söze dökemeyiz. Böyle olsa da taşıdığımız bilinç kalbimizde, gözümüzde, inandığımız, önemsediğimiz, değer verdiklerimizde, fedakarlıklarımızda de elbette görülebilir. Neden mi bahsediyorum? Herkes sevgisini kendince gösterir, kimisi yazılar yazar, kimi şiirleriyle konuşur, kimi Levent Kırca gibi skeçleriyle gösterir duruşunu… Ama hepsi başarılı olur, Türk’ün kalbine değer, neden mi?
Sadece aşkla, sevgiyle bağlı oldukları yurtları için çalışıp yapmışlardır da herşeyi ondan. Aynı yıllar önce Ziya Gökalp’in şu sözlerinde olduğu gibi:
“Türklüğe çalıştım sırf zevkim için,
Ummadım bu işten asla mükafat,
Bu yüzden bin türlü felaket çektim.
Hiçbir an esefle demedim heyhat!”
İşte Nihat ağabey de aynı Ziya Gökalp misali, Türklük için kendi deyimiyle “eyvallahsız” yaşadı. Hepimize örnek oldu. Gaspıralı’nın sözünün adeta karşılığıydı. “Milletine hizmet etmek istiyorsan bildiğin işten başla” der ya hani o. Nihat ağabey de edebiyatçılık, gazetecilik yaptı… “Ofli Hoca” tiplemesi modern zaman taşlama örneğimiz olarak tarihimize geçti. Ne kendini ne de kalemini eğip büktü. Bildiğimiz gibi geldi, bildiğimiz gibi Hakk’a yürüdü. Peki geri ya ne kaldı? O Türk ruhu kaldı… O ruh bir İngiliz subayının 1915 yılında not defterine yazdığı:
“Ölü askerleri vardı. 14, 15, 16 yaşlarında asker çocuklar. Tanrı sizi inandırsın ki gülüyorlardı! İlk defa o gün, kaybedeceğimizi hissettik…”
Anısındaki yurtseverlik ruhuyla, Nihat ağabeyin 2025’de miras bıraktığı ruh aynıdır. Bu ruh kendini yurduna, milletine ölümüne sorumluluk içinde hissetmektir. Bu ruhun zirve noktası ise Ulu Önderimiz Atatürk’ün trenin camından bakan iki resimde 1930 ile 1937 arasında o her şeyini yurduna adayarak sağlığından bile vazgeçişidir. Bu ruhun zirve noktası işte Yüce Atatürk’ün o iki tarih arasında memleket uğruna harcadığı ömrüdür.
Nihat ağabey de iyi bir Kemalist, iyi bir yurtsever olduğu için Atatürk’ün yolunu takip ederek son anına dek ömrünü size, bize, Türk milletine harcadı. İyi bir Türkçüydü. Lakırdısını yapıp icraatsız durmazdı. Çünkü o bilirdi ki Namık Kemal’in dediği gibi, “Vatan sevgisinden maksat, toprağa değil, onun üstünde yaşayan insanlara duyulan sevgidir.”
Bu sebeple Nihat ağabey de Türk insanının her kavgasında yanındaydı. Yurdun insanı, insanının yaşayacağı o doğası için de mücadele ederdi. Emekçilerin yanında, doğaseverlere seslenirken onu görebilirdiniz. Yahut yine Ergenekon kumpasında mağdurlar için zindana koşarken, hapisten çıktıklarında örneğin Engin Alan’ın akşam evine gidecek kadar onlarlaydı.
Hiçbir yaptığını siyasetini yapmak için yapmadı Nihat ağabey. İnandığı için yaptı. İnandığı gibi yaşadığı içinde hepimizin kalbine dokundu. O Atilla İlhan gibi, Türkan Saylan gibi bir aydındı. Atilla İlhan misali özdü, özümüzdü. Bizdendi. Türklük için korkusuz, pervasızdı. Hayatından örneklere baktığımız da hemen gördüğümüz Türkan Saylan misali de idealist ve halkçıydı da
Hani Türkan Saylan’ın dediği şekilde, “Eğer bir yerde bilime, demokrasiye, barışa ve aydınlığa aç bir çocuk senin ışığını bekliyorsa, sönmeye hakkın yoktur.”
O da son anına kadar Türk aydını olarak karanlıkları aydınlatmak için sözleriyle düşünce karanlıklarına her biri aydınlık olacak çerağlar yaktı. Fikirleriyle Türklüğün üzerine gelenlerle vuruşa vuruşa hakka yürüdü. Yaşarken bizimleydi. Hakk’a yürüyünce ise Ziya Gökalp, Namık Kemal emsali efsane oldu. Unutmayacağız Nihat ağabey seni. Türk vefalıdır, beklenendir ya… Sen hep bizimle eserlerinle o yüce ruhunla aramızda yaşayacaksın. Nihat ağabey bir Azerbaycan sevdalısıydı da. Evladına Azerbaycan’ın sembol kentlerinden Laçin adını koyacak kadar hem de. Zaten Atatürk’ü, fikirlerini içselleştirerek kendine rehber edinen birinin tıpkı onun gibi Azerbaycan sevdalısı olmaması beklenemezdi.
Nihat ağabeyden koşutla dediğim gibi bugün bahsettiğimiz tüm isimler Naim Babüroğlu komutanımızdan ödünç aldığımız yani vatan dışında sevgili bilmeyenlerden oluşuyor. Gelin bugün bizim Azerbaycan’dan sizi “vatan dışında sevgili bilmeyen” iki ismin hikayesiyle buluşturayım.
Hüseyn Dərya ve Dürdane Ağayeva
Biri müziği ve mikrofonu silaha dönüştüren bir sanatçı. Diğeri işgalin göbeğinde, onca işkenceye acıya direnen Hüseyn Dərya ve Dürdane Ağayeva. Bu isimlerden eminim Dürdane Ağayeva’yı muhakkak duymuşsunuzdur. Ama iki isim de kahramanlıklarıyla Azerbaycan yakın tarihinin çarpıcı figürlerinden olmuşlardır.
Gelin hikayelerine yakından bakalım…

1975 yılında Bakü’de dünyaya gelen Hüseyn Muradov, sahne adıyla Hüseyn Dərya, Azerbaycan’da rap müziğin öncüsü olarak bilinir. Genç yaşta müzikle ilgilenmeye başladı. Ancak yaşamı sadece melodilerden ibaret değildi. Bakü Devlet Üniversitesi’nde eğitim görürken Birinci Karabağ Savaşı patlak verdi. O bir an bile düşünmedi her Türk’ün yapacağı gibi davrandı. Eğitimini yarıda bırakarak cepheye gitti. Bu dönemde yaşadığı travmalar ve gözlemler, onun şarkı sözlerine yıllar sonra yansıyacaktı. Sanatı, savaş sonrası gençliğin iç sesine dönüştü. Bu tarzı onu kısa sürede halkın nezdinde müstesna konuma taşıdı. Ancak kaderin onu sınamaya niyeti bitmemişti. 14 Mart 2014’te geçirdiği trafik kazası sonucu ağır yaralandı ve bir gün sonra, 15 Mart’ta hayatını kaybetti. Henüz 39 yaşındaydı. Ardında yüzlerce satır, yarım kalan projeler ve binlerce hayran bırakarak göçtü. Ama kahramanlığıyla insanın ne kadar yaşadığı değil o sürede ne yaptığı önemlidir sözünün Türk dünyasında adeta örneklerinden biri oldu.
Dürdane Ağayeva ise kelimelerle değil, yeri geldiğinde esaret altında sessizliğiyle vatana sadakatini haykıran bir kadındı. 1992 yılında Hocalı’da, Azerbaycan ile Ermenistan arasında devam eden savaşın en kanlı yüzüne tanıklık etti. O dönemde henüz yirmili yaşlarındaydı ve Hocalı’da telefon operatörü olarak görev yapıyordu. 25 Şubat gecesi Ermeni silahlı güçleri Hocalı’ya saldırdığında, sivil halkın kaçışı arasında Dürdane Hanım esir alındı. Sekiz gün boyunca insanlık dışı işkencelere maruz kaldı. Daha sonra yakıt karşılığında takas edilerek Ağdam’a getirildi. Bu süreçte yaşadıkları, onun hem psikolojik hem fiziksel olarak derin yaralar almasına neden oldu. Yıllar sonra, “O sekiz günde sekiz bin kez öldüm, dirildim” diyecekti. Dürdane Ağayeva, savaşın sadece cephede değil, kadın bedeninde ve ruhunda da sürdüğünün canlı bir tanığı olarak hafızalarda yer aldı.

Dürdane Hanım da durmadı, Azerbaycancılık davamızın önemli bir ayağı olan; Ermenilerin Azerbaycan’daki soykırımların dünyaya aktarılması için, “Ermeni Zindanında Sekiz Gün” adlı kitabı yazdı. Bunu kendine kâfi görmedi. Dünyanın birçok yerinde bulunan Azerbaycan diaspora teşkilatlarımızın, diğer sivil toplum kuruluşlarının “başta Hocalı Soykırımı” anma etkinliklerini bizzat gidip o günleri anlattı. Dünyanın her yerinden basın kuruluşlarına yüzlerce röportaj verdi.
Durmadı o günleri anlatan belgeseller de “Hocalı’ya adalet” diye haykırdı. Ey canlar “Hocalı’ya adalet” diyen bu yüreğin kaderi adil değildi ne acı ki. Bu acılardan sonra bir de 2020 yılında kanser hastalığına yakalandı Dürdane Hanım. Bu hastalık onun temposunu yavaşlatmıştı. Hayatının son birkaç yılına kadar sağlığı el verdiğince uzaktan da olsa programlara konuk olmaktan vazgeçmedi. Kanser bela hastalık çoğu kez tuttuğu yakayı koparmadan bırakmıyor ya, Dürdane Hanım’a da öyle yaptı. 4 Ağustos 2024 tarihinde bu Allah’ın belası dünyayı bize bırakıp Hakk’a yürüdü. Onun vefatı beni ziyadesiyle etkilemişti. Dürdane Hanım’ın hayatına baktığımda başladığı gibi bitiyor tüm yolculuklar. Acıyla, mücadeleyle başladıysa acıyla mücadeleyle son buluyor diye düşünmüştüm. Çok can yakıcı.
Beni etkiledi dedim lakin sadece ben değil bu iki hayat, Azerbaycan toplumunun belleğinde farklı şekillerde iz bıraktı. Hüseyn Dərya mikrofonu eline aldığında, sözcükler silaha dönüşüyordu. Dürdane Ağayeva ise konuştuğunda içinden yükselen feryat tüm coğrafyayı sarıyordu. Biri haykıran, biri susan ama ikisi de unutulmaması gereken iki güçlü şahsiyet…
Tüm bu yüce isimlerden geriye bize ne kaldı? Davaları, mücadeleleri, yiğitlikleri kaldı. Bizlere muazzam bir örnek yaratarak Hakk’a yürüdüler. Lakin birçok şey öğreterek, örneğin Türkçü, toplumcu olmak zorundadır. Türk’ün yaşayış ve varlığının müreffehliği noktasında Türk insanı her anlamda gönenç içinde yaşasın diye kendisini sorumluluk içinde hissetmelidir.
O halde bugünün Türkçüsü, örneğin kadın cinayetlerine de “bana ne” diyemez. Karabağ’da Ermenistan ile sürecek olan uluslararası hukuk mücadelesi sebebiyle Dürdane Hanım’ın yaptığı şekilde kamu diplomasisi uygulama çalışmalarını geriye bırakamaz. Atatürk’ün sözü misali “memleket için gerçek ülkü neyse onu görecek, o hedefe yürüyeceksin” şiarıyla son nefese kadar asla dinlenmemek üzere bu yolu sürdürmemiz gerekir. Ziya Gökalp evet Türk milliyetçiliği fikrini sistematik hale getirmesiyle ulusçuluk fikrinin en büyük adamıdır. Ancak Ziya Gökalp’in ulusçuluğunun Atatürk’e de sirayet eden halkçılık yönü göz ardı edilemez. Nihat Genç, Dürdane Agayeva ve Hüseyn Dərya da göz ardı etmemişti.
Vatan dışında sevgili bilmeyen bu yüreklerin anısı önünde saygıyla baş eğiyoruz…
***
Medya Günlüğü sosyal medya hesapları: