“Ak düşmüş saçlarımla hayatımın sonlarına geldiğimde, 1327’de, gençlik yıllarımda tanık olduğum fevkalade ve korkunç olayları bu parşömene yazarak ardımda bırakmaya hazırlanıyorum. Yüce Tanrım, bana İtalya’nın karanlık kuzey kesimindeki bir manastırda meydana gelen olayların tarihçesi olmam için gereken zekayı ve lütfu bahşetti. Öyle bir manastır ki adını bile telaffuz etmekten hâlâ hicap duyuyorum.“
Tarihçi, filozof ve Orta Çağ uzmanı Umberto Eco’nun 1980’de, tarihsel gerçeklere uygun bir şekilde yazdığı ilk roman “Gülün Adı”ndan uyarlanan film böyle başlıyordu.
Kitabı okuyan ya da Sean Connery’nin başrolü oynadığı bu filmi seyreden birçok kişinin o manastırın nerede olduğuna dair bir fikri var mıdır bilemiyorum ama bizim yoktu, ta ki Kıbrıs’a gidene kadar…
Kıbrıs bizi mis gibi kokan portakal çiçekleri, parlak pembe çiçek açmış kaz ayakları, salkım salkım meyve vermiş tespih ağaçları, palmiyeler ve bu yemyeşil bitki örtüsüyle birleşen masmavi bir denizle karşıladı. Tam mevsiminde gittiğimiz her halinden belli olan adanın, peyzajından etkilenmemek elde değildi.
Kıbrıs’a giderken çoğumuzun aklında sadece Girne çarşıdaki marketlerden yarı fiyatına içki ve hellim almak ve casino’da bütçemizin elverdiği bir tutarı kaybetmek vardı, oysa çok daha fazlasını bulduk Kıbrıs’ta, Ballapais Manastırı’nı mesela…
Bellapais, Kıbrıs’ın en güzel manzarasına sahip, Beşparmak Dağları’nın yamacındaki bir manastır. Bu manastırın bahçesindeki mis kokulu portakal çiçeklerinden koparıp saçımıza takarak girdik içeriye. Belki çiçeğin kokusundan, belki de muhteşem manzarasından bilinmez, daha gezmeye başlamadan büyülenmiş gibiydik.
Rehber, manastırın avlusunda aklımızı başımızdan alan hikâyeler anlatmaya başladı. Önce kısa hançeri gösterdi ve “Bu sembol Augustin tarikatının sembolüdür. Bu sembolü gördüğünüzde derhal kaçın, bu tarikat günümüzde de birçok devleti saman altından yönetmeye çalışır” dedi.
Grupta bir sessizlik oldu tabii, rehber devam etti,
“Burası aynı zamanda Gül manastırı olarak da geçer. Bellapais manastırı, Umberto Eco’nun “Gülün Adı” kitabında geçen manastırdır. Kitapta adı kullanılmaz çünkü Bellapais, aforoz edilmiş bir manastırdır.”
Bu açıklama bizi oldukça şaşırtmıştı.
Augustin Tarikatı tarafından inşa edilip kullanılan, o dönemin en zengin kütüphanelerinden birine sahip Bellapais Manastırı’na, Orta Çağ’da Avrupa’dan devamlı keşişler gelirmiş. Anlatılana göre, manastır Roma’ya rakip olmaya başlayınca burayı araştırmak üzere iki papaz gönderilmiş. Bu iki papaz geldiklerinde Augustin rahiplerinin aklınıza gelebilecek her türlü ilişkiye girdiklerini, bu ilişkiler sonucu doğan gayri meşru erkek çocukları kilisede büyütüp, kız çocukları öldürüp çöpe attıklarını raporlamış. Hal böyle olunca aforoz edilmişler. Büyük kütüphane, belki de ellerindeki belgeleri yok etmek için tamamen yakılmış, manastırın tavanı çökmüş.
Rahiplerin saatlerce kitap okuduğu yıkık koridorlardan yürürken, Orta Çağ’dan kalma tepemizdeki figürlere endişeyle baktık. Bu hayatta hangi dönemde yaşamak istemezsin diye sorsalar, kesinlikle Orta Çağ derdim.
Bellapais Manastırı’nın sansasyonlarından belki de daha fazla, yemekhanesi ünlüymüş. Günümüzde çeşitli konserler verilen bu yemekhanede sağlıklı yaşam ve beynin daha iyi çalışması için günde iki öğün yenirmiş. Sık ve hızlı yemenin zekayı olumsuz etkilediği düşünülürmüş.
Turun hemen ardından, sanki az yemenin daha sağlıklı olduğu bilgisini hiç duymamışız gibi kendimizi Kybele Restoran’da bulduk. Manastırın hemen yanındaki bu restoranda, kuzu gömleğine sarılarak iyice pişirilmiş köfte yani “şeftali kebabı” hiç fena değildi. Bir de yemeyeceğim diye inat ettiğim, asla da pişman olduğumu itiraf etmeyeceğim, Kıbrıs katmeri vardı ki onu hiç sormayın! İnce yufka arasına badem ve çiçek suyuyla hazırlanmış katmeri, herkes ağzının suyu aka aka yedi valla.
Kıbrıs’ta ilginç olan bir de trafik konusu var tabii ki. Bizi karşılamaya gelen aracın sol ön koltuğuna geçmeye çalışan arkadaşımıza “aracı sen mi kullanacaksın?” diye takılırken, İngilizlerden miras kalan ters trafiği unuttuğumuzu fark ettik.
Bir Türk olarak asla araba kiralamaya cesaret edemeyeceğim, karşıdan karşıya bile korkuyla geçtiğim Kıbrıs’ın Türkçesi de dillere destan. Adaya iner inmez uyarıldığımız ilk konu “Lefkoşe denmez Lefkoşa denir” ya da” Magusa okunmaz Mağusa okunur” oldu . Özellikle bu iki şehrin telaffuzu konusunda yüksek hassasiyetleri var.
Bir de yazmadan geçemeyeceğim kumarhane konusu var tabii.
Her otelin bir kumarhanesi olduğundan, otelde kalıyorsanız Allah’ın emri, casino’ya girmeniz gerekiyor. Gel gör ki biz buna zaten gönüllüydük. Gözden çıkarttığımız sermayemizi cebimize koyduğumuz gibi soluğu otelimizin kumarhanesinde aldık.
Önce bir fişlendik, “size casino kartı çıkaralım, kaybedeceğiniz paranın bir kısmını iade ederiz” bahanesiyle tüm kimlik bilgilerimizi aldılar. Belli ki bu kartla bizi izleyecek, kumarhaneye para kazandırırsak bir sonraki gelişimizde limuzin ile alınıp, bedava konaklatılacaktık. Ama cebimizdeki sermayeyi düşününce, bunlar olsa olsa bizi yeterince para harcamadığımız için bir daha içeri almaz diye düşünüp güldüm.
Neyse kart çıktı, para da cepte, ben bir makinenin önüne oturdum. Makine bana bakıyor ben makineye, bunun ne jeton atacak yeri var ne de çekecek kolu. Hiçbir şey anlamadım, sağa sola baktım, insanlar oturmuş bir düğmeye basıp duruyorlar, yaptıkları tek şey içki ve sigara içip, düğmeye basmak. Böyle miydi bizim zamanımızda? Slot makinasının kolunu çekmenin bir adabı olurdu. Hızlı çekince bol şans, yavaş çekince orta şans, ellerini ovuşturup çekince başka türlü şans… Yeni nesil makineler aynı evdeki bilgisayar oyunları gibiydi, her şey dokunmatik… Hiçbir şey anlamıyordum, boş boş baktığımı fark eden uzman bir arkadaşım imdadıma yetişip yardım etmeye çalıştı ama nafile, artık yaştan mıdır nedir bir türlü mantığını anlayamadım. Belki de mantığı zaten olmadığı için anlayamadım. İrademin tamamen dışında, sadece düğmeye basarak bir şeyler beklemek nedense bana hiçbir zevk vermedi.
Tüm sermayemi kısa sürede bitirip, salonda dolanmaya başladım. Kurpiyer hanım kızlarımız o saçma sapan makinelerden çok daha ilginçti. Hepsi bir ajansın kataloğundan çıkmış gibi, model mi kurpiyer mi ayırt edilemiyordu. Ama müşteriler için aynı şeyi söyleyemeyeceğim. Üstü başı perişan, yaşını başını almış müşteriler, özellikle de kadınlar sayıca çok fazlaydı. Kredi kartından nakit çekmeye çalışanlar, durmadan sigara ve içki içen soluk benizliler, canlı masada bir hamlede 10 bin dolarları masaya yatıranlar… Burası sanki dünya üzerindeki tüm günahları barındıran bir yer gibi gözüme gözükmeye başladı birden. Onlara acıyarak kumarhaneden çıktım.
Benim Kıbrıs izlenimlerim genel hatlarıyla böyleydi işte, sevdik Gıbrısı, adamcıkları, gızcıkları, çiçecikleri…
Az kalsın unutuyordum, siz siz olun “Gancelliyi gındırık bırakmayın sakın”. Bu da “bahçe kapısını aralık bırakmayın” demekmiş.
Anlayacağınız KKTC’de bazen tercümana da ihtiyacınız olabilir… 🙂
Sevgiyle kalın,