Türkiye’nin son yıllarda uyguladığı ve farklı coğrafyalar ve güç bloklarıyla siyasi, diplomatik, ekonomik, toplumsal ve kültürel ilişkilerini geliştirmeyi amaçlayan iddialı dış politikasına yönelik özellikle Batı dünyasında ciddi eleştiriler bulunmaktadır.
Öyle ki, Türkiye’nin Batı blokuna sadakati ve dahli Batı dünyasında ciddi biçimde sorgulanmakta ve Ankara’ya yönelik hasım algılaması güçlenmektedir. Bunları örneklendirmek gerekirse; Steven Cook, Amanda Sloat, Michael Rubin ve Doug Bandow gibi önemli Amerikalı Türkiye uzmanlarının eleştirel yazıları ve ünlü dergi The Economist’in 2023 tarihli ses getiren yazısı gündeme getirilebilir.
Bu bağlamda, Türk Dış Politikası’na dair yakın geçmişte dönemin Cumhurbaşkanı danışmanı ve şimdinin Milli İstihbarat Teşkilatı (MİT) Başkanı İbrahim Kalın tarafından “değerli yalnızlık” şeklinde ilginç ve çok ses getiren bir değerlendirme de yapılmıştır. Keza Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan da Amerika Birleşik Devletleri (ABD) ve Avrupa Birliği (AB) gibi Batılı siyasal aktörleri sıklıkla “çifte standart” uygulamakla eleştirmektedir.
Bu durum, iki tarafın durumu algılamak konusunda yaşadığı derin görüş ayrılıklarını ve sorunun kişilerin kaprislerinden ziyade yapısal sorunlardan kaynaklandığına işaret etmektedir. Zira bu eleştiriler, Türkiye’nin köklü dış politika birikimi ve güçlü devlet geleneğinin yansıması olan bu yeni politikayı daha çok lider düzeyinde ve kişisel tercihlerin bir sonucu olarak algılamaktan kaynaklanmaktadır.
Oysa Türkiye’nin son birkaç yıl içerisinde uyguladığı çok boyutlu dış politika, derin felsefi ve toplumsal uzantıları da olan kapsamlı bir dönüşümün ve yapısal gereksinimlerin doğal bir sonucudur. Bu çalışmada, Türkiye’nin yeni çok boyutlu veya çok vektörlü dış politikasının temel gerekçeleri ve dayanak noktaları analiz edilerek açıklanmaya çalışılacaktır.
Türkiye Cumhuriyeti, kurulduğu ve Batı blokuna dahil olduğu dönemlerden başlayarak daima “kendisine özgü” ve “farklı” bir Batı müttefiki olmuştur. Kuruluş döneminde Batılı devletlere karşı bir ulusal Kurtuluş Savaşı vermek zorunda kalan Türkiye, bu dönemde zaten Batıcı değil, Batılı modern değerleri halkına benimsetmeye çalışan egemen ve bağımsız bir devlet konumundadır.
Büyük Atatürk ve İsmet İnönü’nün liderliğiyle geçen bu dönemde Sovyetler Birliği ile yakın ilişkiler tesis eden Türkiye, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ise, savaş boyunca “aktif tarafsızlık” politikası uygulaması ve Nazilerle ticarete devam etmesi nedeniyle savaştan muzaffer çıkan Sovyet Rusya’nın sert lideri Stalin’in hışmına uğramış ve Stalin’in Türk Büyükelçi Selim Sarper’e Moskova’da iletilen Boğazlarda üs, Montrö Antlaşması’nda revizyon ve Kars ve Ardahan’ın Rusya’ya bırakılması gibi talepleri nedeniyle Batı dünyasının yükselen gücü Amerika Birleşik Devletleri (ABD) ile müttefikliğe yönelmiştir.
Bu anlamda, 1946 tarihli Missouri zırhlısı ziyareti siyasal tarih açısından sembolik bir anlam taşır ve Türkiye’nin ABD ve Batı eksenli bir politikaya yöneldiği dönemin resmen başladığını işaret eder.
(Prof. Dr. Ozan Örmeci, tasam.org)
Makalenin tamamını okumak için tıklayın
***
Medya Günlüğü sosyal medya hesapları: