Gelişmekte olan ülkelerin ekonomik hikâyeleri çoğu zaman başarı anlatılarıyla süslenir; büyüme oranları grafiğin yukarısına doğru tırmandıkça, kalkınmanın da aynı hızla ilerlediği varsayılır.
Fakat bu varsayım, gerçeğin yalnızca küçük bir kısmını açıklar. Çünkü geçiş ekonomilerinde büyüme her zaman kalkınmayı üretmez; çoğu zaman yalnızca vahşi kapitalizmin ilk belirtilerini görünür hale getirir. Bu dönemlerde şehirlerin silüeti değişir, sermaye hızlanır, tüketim artar; fakat toplumun derin katmanlarında sessiz bir kırılma başlar. Bu kırılma, ekonominin rakamlarla değil, sosyal dokunun aşınmasıyla ölçülen bir dönüşümüdür.
Aslında bu durum, Marx’ın bahsettiği “ilkel birikim” sürecine düşündürücü biçimde benzer. Mülkiyetin yeniden dağıtılması, sermayenin belirli ellerde yoğunlaşması, emeğin giderek güvencesizleşmesi, devlet ve piyasa arasındaki güç asimetrisinin büyümesi… Tüm bunlar, modern dünyanın çok daha sofistike biçimlerde yeniden ürettiği yapısal gerilimlerdir. Tek fark, bugün bu dönüşümün artık toprağın çitlenmesiyle değil, kentsel rantlarla, yabancı fonlarla, dijital platform ekonomileriyle ve finansal bağımlılık ağlarıyla gerçekleşmesidir. Yani Marx’ın gözlemlediği mekanizma biçim değiştirerek devam ediyor.
Geçiş ekonomilerinde piyasa genişlediğinde, kurallar çoğu zaman aynı hızla genişlemez. Liberalizasyon, hukuki altyapı sağlam olmadan yapıldığında, ortaya rekabetçi bir piyasa değil; tekelleşme eğilimleri ve kuralsız sermaye hareketleri çıkar. Bu nedenle gelişmekte olan birçok ülke, piyasanın değil, piyasa gücüne sahip azınlıkların kontrol ettiği bir ekonomik mimariye sahip olur. Böyle bir düzende hızlı zenginleşme, üretim kapasitesinin değil, güç ilişkilerinin bir ürünüdür. Bu durum hem ekonomik eşitsizliği derinleştirir hem de siyasal kırılganlığı artırır.
Toplumun alt katmanlarında ise görünmez bir bedel birikir. Ücretlerin gerçek değer kaybı, güvencesiz çalışma, barınma krizi, kent kimliğinin yok olması ve sosyal dayanışmanın zayıflaması… Bunlar yalnızca ekonomik sonuçlar değildir; kolektif psikolojinin erozyonudur. İnsanların geleceğe ilişkin beklentilerinin daralması, “yukarı çıkma” umudunun zayıflaması, orta sınıfın incelmesi ve genç nüfusun umutsuzlaşması ilerlemenin değil, yapısal tükenmişliğin göstergeleridir.
Bu tabloyu pekiştiren bir başka unsur, gelişmekte olan ülkelerin küresel sisteme eklemleniş biçimidir. IMF’nin politika reçeteleri, kredi derecelendirme kurumlarının baskıları, dış borçlanmanın yönlendirici etkisi ve sermaye hareketlerinin kırılganlığı, ekonomik karar alma mekanizmalarını sınırlar. Bu ülkeler çoğu zaman kendi ulusal kalkınma modellerini oluşturmak yerine küresel finansın beklentilerine uyum sağlamak zorunda kalır. Bu durum, askeri işgalin olmadığı ama finansal ve kurumsal bağımlılığın yoğunlaştığı yeni bir hegemonya biçimi yaratır.
Bu ekonomik model siyaseti de şekillendirir. Ekonomik kırılganlık arttıkça, siyasal alan daha merkeziyetçi bir yapıya bürünür. Özgür tartışma alanı daralır, medya büyük sermaye bloklarının bir uzantısına dönüşür, kent planlaması toplumsal ihtiyaçlardan çok rant döngülerinin bir aracı haline gelir. Böylece vahşi kapitalizm yalnızca ekonomik bir rejim değil, demokratik alanı daraltan bir siyasal mekanizma olarak ortaya çıkar.
Bu modelin en çarpıcı paradoksu şuradadır: Geçiş ekonomileri hızla büyür ama yavaş gelişir. Çünkü sermaye birikir, fakat toplumsal refah aynı hızla dağılmaz. Kentler büyür, fakat kamusal alan küçülür. Yabancı yatırım artar, fakat ulusal kapasite zayıflar. Teknoloji yaygınlaşır, fakat üretkenlik sınırlı kalır. Bu nedenle vahşi kapitalizmin gerçek bedeli, yalnızca ekonomik değil; toplumsal, siyasal ve kültüreldir.
Bugün birçok gelişmekte olan ülke, ekonomik göstergelerde olumlu seyre rağmen toplumsal göstergelerde derinleşen bir erozyon yaşıyor. Bu durumun nedeni modelin kendisidir: Denetimsiz piyasa yapısı, kuralsız sermaye döngüleri, kurumsal zayıflık ve siyasal gerilim. Küresel ekonomi, bu ülkeleri hızlandırırken aynı zamanda kırılganlaştırıyor.
Sermaye Birikiminin Çatlaklarında Sıkışan Bir Toplum
Türkiye, gelişmekte olan ülkeler arasında yalnızca hızla büyüyen bir ekonomi değil; büyümenin toplumsal maliyetini en sert şekilde yaşayan örneklerden biri. Kapitalist dönüşümün ilk aşamalarında görülen düzensiz sermaye birikimi, Türkiye’de son otuz yılda kentleşmenin, emeğin ve kamusal yaşamın dokusunu belirledi. Finansallaşmanın hızlanması, varlık ve gelir eşitsizliğini görünür kılmakla kalmadı; bu eşitsizliği bir toplumsal gerçeklik olarak normalleştirdi. Böylece büyüme, bir refah hikâyesinden çok, kimlerin dışarıda kaldığını gösteren bir çerçeveye dönüştü.
Marx’ın “ilkel birikim” olarak tanımladığı süreç, Türkiye’de çok daha modern araçlarla yeniden üretiliyor: Kent rantları, büyük ölçekli altyapı projeleri, özelleştirmelerin yarattığı yeni sermaye yoğunlaşmaları, düşük ücretli emek piyasaları ve giderek daralan kamusal alan. Ekonominin yapısal tercihleri, toplumun geniş kesimlerini görünmez bir maliyet yükünün altına sokuyor. Büyüme, sermayenin çevrim hızını artırırken, çoğu yurttaş için geleceğe dair beklentiyi daraltıyor.
Bu ekonomik çerçeve, siyasetin tonunu da belirliyor. Kurumsal zayıflık, demokratik alanın daralması ve medyanın tekelleşmesi, ekonomik kırılganlıkların siyasal bir kırılganlığa dönüşmesine yol açıyor. Geçiş ekonomilerinin tipik özelliği olan merkeziyetçi yönetişim, Türkiye’de ekonomik baskılara karşı bir tür “idari refleks” olarak güç kazandı. Fakat bu refleks, uzun vadede kurumsal kapasiteyi güçlendirmiyor; tam tersine, kuralların esnediği bir ekonomik alan yaratıyor. Böylece piyasanın ihtiyaçları ile toplumsal talepler arasındaki fark daha da büyüyor.
Bugün Türkiye’nin yaşadığı temel sorun, büyümenin devam edip etmeyeceğinden çok, toplumsal dokunun bu büyüme biçimi tarafından nasıl aşındırıldığıdır. Genç nüfusun güvencesizleşmesi, emek piyasasındaki esneklik adı verilen dengesizlikler, üniversite mezunu işsizliği, büyük kentlerde barınma krizinin yaygınlaşması, orta sınıfın gerilemesi… Bunlar yalnızca ekonomik veriler değil; toplumsal psikolojinin erozyonunu gösteren göstergeler.
Türkiye, bir yandan dışa bağımlı üretim modelinin sınırlarıyla boğuşurken, diğer yandan küresel kapitalizmin yeni merkezlerine eklemlenmeye çalışıyor. Fakat bu ikili hareket, ulusal kalkınma kapasitesini güçlendirmek yerine, ülkeyi sürekli bir kırılganlık döngüsüne mahkûm ediyor. Bu nedenle Türkiye’nin bugün karşı karşıya olduğu soru, salt ekonomik değil; siyasal ve toplumsal bir sorudur:
Büyüme modelinin bedelini kim ödüyor, kazancını kim alıyor?
Bu soruya tutarlı bir yanıt verilmediği sürece, Türkiye’nin kalkınma hikâyesi hızdan çok kopuşlarla, başarıdan çok eşitsizliklerle tanımlanmaya devam edecek gibi görünüyor.
Sonuçta mesele yalnızca büyüme değil; devlet kapasitesi, kurumsal dayanıklılık ve toplumsal adaletin aynı anda üretilebilmesidir. Marx’ın işaret ettiği çelişki hâlâ geçerlidir: Üretimin artması toplumsal refahı otomatik olarak doğurmaz. Modern geçiş ekonomileri bunu en açık biçimde doğruluyor.
Bugün temel soru şudur:
Bu hız toplumları geleceğe mi taşıyor, yoksa içten içe mi tüketiyor?
Kesin cevap yok; fakat kesin olan bir şey var:
Ekonomik göstergeler yukarı çıkarken toplumsal göstergeler aşağı iniyorsa, ortada kalkınma değil, yönetilen bir vahşi büyüme vardır.
***
Medya Günlüğü sosyal medya hesapları:
