Gökçe Hubar
15 Temmuz gecesi yaşananlar ne yazık ki darbe sözcüğünü yeniden gündeme getirdi.
Darbenin nasıl bir şey olduğunu ne güzel unutmuştuk oysa! Kimi siyasetçiler -ve onlara yakın gözüküp köşeyi dönen köşe yazarları- defalarca güvence vermişlerdi bize. Darbelerle ve faili meçhul cinayetlerle dolu antidemokratik “Eski Türkiye” döneminin geçmişte kaldığını, milli iradenin egemen kılındığı demokratik “Yeni Türkiye” döneminde artık darbelere yer olmadığını söylüyorlardı.
Sistemin oturduğunu, atanmış bürokratlarla seçilmiş siyasetçilerin uzlaştığını, milletin devlet ile iç içe geçtiğini her ne kadar somut olarak kendi hayatımızda gözlemleyemesek bile, gözlemlerimizin yanılgı olduğuna inandırılmak isteniyorduk.
Halbuki yıllardan beridir bir şeylerin ters gittiği belliydi. Örnek vermek gerekirse, iyi okullardan mezun olan, hem ülkesi için hem de insanlık için somut bir şeyler yapmak isteyen, dünyadaki gelişmeleri iyi analiz edebilen, entelektüel kapasiteye sahip olan, Mustafa Kemal Atatürk’ün bıraktığı mirası devralıp “ülkesini muasır medeniyetler seviyesinin üstüne çıkarma” ideali olan gençlere fırsat verilmiyordu. Bu gençler KPSS’den iyi puan alsa da, yabancı dil sınav puanları 85’in üstünde olsa da, devlet kurumlarına (veya yarı-özerk Anadolu Ajansı ve TRT gibi kurumlarına) girmek istedikleri anda sürekli eleniyorlardı. Sanki alınlarında kara bir leke varmış, birileri tarafından fişlenmiş gibi.
Buna karşılık; robot gibi ezberleme yeteneği hariç hiçbir yeteneği olmayan, sorgulamayan, düşünmeyen, analiz etmeyen, emirlere sonsuz itaat eden, hiç entelektüel kapasitesi olmadığı halde esrarengiz bir şekilde kurum sınavlarından yüksek notlar elde eden bazı gençler ise istedikleri devlet kurumuna ellerini kollarını sallaya sallaya giriyorlardı. Bazıları aynı anda hem Dışişleri Bakanlığı hem Gümrük ve Ticaret Bakanlığı hem MİT hem Emniyet hem de Avrupa Birliği sınavlarından ikisini kazanıyor, canı hangisini isterse onu seçiyordu. Veya yarı-özerk Anadolu Ajansı ile MEB arasında tercih yapabiliyorlardı. Diğerleri tek bir kuruma bile giremediği halde, onlar özgürce seçim yapabiliyordu. Hayat onlara güzeldi!
Üstelik en iyi kurumlara girdikleri yetmiyormuş gibi, üst düzey makamlara -ve haliyle en yüksek maaşlara- da sahip oluyorlardı. Ankara’da yaşamak isteyen Ankara’da yaşıyor, İstanbul’da görev yapmak isteyen İstanbul’da görev yapıyor, Afrika’yı merak eden Afrika’ya gönderiliyor, Asya-Pasifik bölgesine ilgi duyan Güney Kore’ye gidiyor, hayatının bir bölümünü Avrupa coğrafyasında geçirmek isteyense Brüksel’deki, Berlin’deki, Atina’daki veya Paris’teki bir diplomatik temsilcilikte çalışabiliyordu. Bu kadar kolaydı hayat onlar için.
Birkaç yabancı dil bilen memleketin evlatları gece gündüz çalışsa da Dışişleri Bakanlığına giremiyor, girse bile seneler boyunca sınavları denedikten sonra girebiliyor, merkezde tutuluyor; onlar ise Paris’teki UNESCO veya New York’taki BM temsilciliğinde kahvelerini yudumluyordu.
En iyi subaylar psikolojik işkencelere maruz bırakılırken, asker olmayı hiç hak etmeyen birileri general olabiliyordu. En iyi polis müdürleri emekliliğe zorlanırken, polis olmayı hiç hak etmeyen birileri emniyet müdürü olabiliyordu. Birileri birilerine fena halde torpilcilik yapıyordu kısaca.
Liyakat prensibi ayaklar altına alınmıştı. Doğal olarak, pek çok kişinin geleceği karardı. İşsiz kaldılar, psikolojileri bozuldu, yıpratıldılar. Bir neslin hayalleriyle oynanmış oldu bu süreçte. Kimileri ruhen öldü, kimileri ise bedenen öldü! Öğretmen olamadığı için intihara kalkışanları, veya hâkimlik sınavını kazandığı halde kariyeri engellenen Didem Yaylalı’yı unutmayalım!
Bir örgüt vardı sanki devletin içinde, devletten ayrı! Sanki kendinden olmayan insanları özellikle engelliyordu ve kusursuza yakın bir gizlilikçe faaliyet gösteriyordu. Kendinden olmayanların önünü kesiyor, ayağının altına muz kabuğu atıyordu adeta! Kurumlardan vazgeçip özel şirketlere, gazetelere, thinktank’lere müracaat edince de garip tecrübelerle ayrılıyorlardı.
Bu işte bir gariplik vardı!
Mağdurlar bir kurumun sınavına girip eleniyor, yasal hakkını kullanıp itiraz etse de itirazı hiç dikkate alınmıyor, başka bir kurumu deneyince aynı şekilde hüsrana uğruyorlardı. Durumdan şüphelenip birilerine sitem edince; “Hadi canım, paranoyaklaşma. Olur mu hiç öyle şey? Sen çok film izlemişsin, seninle niye uğraşsınlar ki? Tam aksine, böyle iyi okullardan mezun birisini devlet memnuniyetle istihdam etmek ister, akıllı bir insanın önü açık olur. Ondan her kurum yararlanmak ister. Niye engellesinler ki?” gibi cevaplarla karşılaşıyorlrdı.
Olay kamu görevlilerine intikal edince, onlar da inkar ediyordu. “Asla böyle bir şey yok, söz konusu bile olamaz. Sana öyle geliyor” diye bıyık altından gülüp geçiyorlardı… Karınlarının üstüne ellerini koyup kahkahalar atıyorlardı… Şüphelerin üstüne gitmediler. Çünkü zaten onlara göre hep vatandaş yanılırdı, kendileri hiç yanılmazdı. Yanılgıya düşemeyecek kadar zekiydiler ne de olsa!
Çok zeki oldukları için olsa gerek, burunlarının dibindeki darbecileri gözden kaçırdılar! Devleti yönetenlerin hatasız olmadıklarını, yanılabildiklerini görmüş olduk. 15 Temmuz akşamı milletin yüreğini ağzına getiren o cuntacıların banka hesabına her ay maaş yatıran da devletti, gizli bilgileri emanet eden de devletti, yetkilendiren de devletti. Onlar ise devletin tanklarını, tüfeklerini, uçaklarını, helikopterlerini Türkiye Büyük Millet Meclisine, devlet binalarına, sivil halkın üzerine ateş açmak için kullandılar.
Peki, neden? 17-25 Aralık 2013’teki görevden almalardan neden yetmemişti? Başka bir deyişle, yaklaşık üç sene boyunca bu örgütün etkisiz hale getirilememesini neyle açıklayabiliriz? Bu sorulara cevap verebilmek için öncelikle cemaatin geçmişte kimlere, ne zaman, nerede, nasıl, neler yaptığını analiz etmemiz lazım. Kuvvetle muhtemel ki sebep şuydu: Darbe planlayıcıları zaten devletin içerisine sızmış olduğu için, karar alıcı pozisyonları ele geçirmişlerdi. Bu pozisyonlara ileride atanabilecek personeli bile belirleyebilme yetkisiyle donatılmışlardı. İşte bu yüzden 17-25 Aralık 2013 ile 15 Temmuz 2016 yılları arasında varlıklarını halen koruyabildiler. (Şimdi de koruyorlar gerçi.)
Gelelim gerekçe ve yöntemlerine. Bunlar da açıkça ortada. Cemaatçiler, kendilerini devletin sahibi gibi gördükleri için, düşman gördükleri herkesin hayatını zehir etme hakkını kendilerinde buluyorlardı. Bir nevi Leviathan (kutsal kitaplarda geçen deniz canavarı değil, bundan ilham alarak yazılan Hobbes’un kitabındaki dev figür) gibi canavarlaşmışlardı. Sanki toplumla aralarında bir sözleşme yapılmışçasına ve onlara toplumu istedikleri gibi yönetme yetkisi verilmişçesine gözleri dönmüştü. Geçmişte husumet yaşadıkları ya da ileride husumet yaşayabileceklerini fark ettikleri şahısların önemli mevkilere gelmelerini engellemek, gelmiş olanları ise uzaklaştırmak için ellerinden geleni yapmış olmalarının gerekçesi belki de bu bakış açısıydı.
Egemen gücün istediğini ödüllendirip istediğini cezalandırmasına, orduyu kontrol etmesine, hukuk kurallarını belirlemesine, bürokratları seçmesine normal gözüyle bakılıyordu Leviathan’da. Fethullah Gülen, Leviathan’ın vücut bulmuş şekliydi onlar için. O ne emrederse, sorgusuz sualsiz haklı kabul ediliyordu. Onun kararları asla adaletsizlikle suçlanamazdı. Tıpkı Leviathan gibi!
Sadece kamu görevlilerine veya kamu görevlisi olmak isteyenlere değil, kitlelere sesini duyurabilen muhalif yazarlara, gazetecilere yıldırma stratejisi uyguladılar. Bu stratejiye göre; mevcut ve potansiyel düşmanlar susturulmalı, sindirilmeli ve yıldırılmalıydı. Medya, dış politika, iç politika, savunma, güvenlik, eğitim, sağlık ve finans gibi önemli meselelerde yalnızca onların sözü geçmeliydi. Devlet yalnızca onların istediği şekilde düzenlenmeliydi.
İşte bunun içindir ki devlette kadrolaştılar. Kadrolaşmayı kutsal bir görev olarak gördüler. Düşmanlarını engelleyerek, sevaba girdiklerine inandılar. Yazılı ve sözlü sınavlarda elemek istedikleri adaylara -bu inanç doğrultusunda- eziyet ettiler, kendi görüşlerine yakın gördükleri adaylara ise -yine bu inanç doğrultusunda- torpil yaptılar. Bazen sınav sorularını önceden o adaylara verdiler! Sürekli dinden bahsettiler ama kul hakkını önemsemediler. Hiç alın teri dökmeden, birilerinden gizlice özel dersler alarak, ne tür sorular sorulacağına dair önceden bilgilendirilen, torpille işe giren kişilerin kul hakkı yediğini hiç düşünmediler bile! Çünkü onlar sadece kendilerini değerli görüyordu. Devleti de bu faşizan ve elitist zihniyetle ele geçirmeye kalkıştılar. Devleti ele geçirmeyi başaramadılar iyi ki. Fakat başardıkları bir şey var: Seneler boyunca bu devletin personel daire başkanlıklarını parmaklarında oynatmak! Neticede, hak edenler hak ettiği yerlere gelemedi. Hak etmeyenler hak etmedikleri yerlere getirildi. Bu olup bitenlerin bir telafisi de yok üstelik. Olmuş, bitmiş, gitmiş! Ölenler öldü, kalanlarınsa kırık kalpleri ve yıkılmış hayalleri kaldı geride.
Ne ironi ama! 15 Temmuz gecesi cuntacı askerlere karşı çıkan askerler arasında, cuntacı olduğu iftirasıyla kariyeri baltalanan, terfisi ertelenen ve hatta haksız yere hapis yatan askerler de yer alıyordu. Bu devletin yıllarca ödüllere boğduğu, terfi üstüne terfi verdiği bazı isimlerin ise aslında cuntacı olduğu anlaşıldı.
Uzun sözün kısası, ödüllendirmesi gerekenleri cezalandırıp cezalandırması gerekenleri ödüllendirerek, devlet aslında kendi ayağına kurşun sıkmıştı. Devletin hatasının bedelini millet ağır ödedi.
Cuntacılar hükümetin düşeceğini zannediyordu… Bu kadar öz güven sahibi olmaları; girişimin destekçileri arasında yalnızca TSK’ye sızmış şahısların değil, başka kurumlara sızmış şahısların da bulunduğunu gösteriyor. İçişleri Bakanlığı, Başbakanlık, Milli Eğitim Bakanlığı, Adalet Bakanlığı gibi kurumlarda ve üniversitelerde binlerce kişinin görevden alınmasının sebebi var ne de olsa. Ancak görevden alınan herkesin cuntacı olduğunu, ya da istisnasız bütün cuntacıların görevden alındığını da iddia edemeyiz. Muhtemelen, cemaatçi olmadığı halde, hükümetin devrilmesini arzu ettiği için girişime göz yuman istihbaratçılar da vardı bu işin içinde. Fakat darbe başarılı olursa kendilerini göstermeye, başarısız olursa kamufle olmaya devam etmeye karar vermiş olabilirler. Böyle birileri muhtemelen şu anda bile devletten maaş almaya devam ediyordur… Personel daire başkanlıklarında faal oldukları için, yine istedikleri kişileri alıp, istemedikleri kişilere eziyet etmeyi sürdürüyorlardır. Eski hamam eski tas… Halbuki devlet, birilerinin kadrolaşıp bürokratik tahakküm uygulamasına göz yummak yerine liyakat ve adaleti hâkim kılsaydı; 15 Temmuz gecesi yaşananlar hiç yaşanmazdı. Hatta sadece 15 Temmuz değil, hiçbir darbe yaşanmazdı bu ülkede.
Polis Akademisi himayesindeki Uluslararası Güvenlik Sempozyumunda söz alan Savcı Yücel Erkman FETÖ’nün 40 yıldır soru çaldığından, devleti ele geçirmek için soru hırsızlığını adeta Truva atı gibi kullandığından söz etmişti. O Truva atı şimdilerde terör sebekesine dönüştü. Terör örgütü gibi davranıyor. Bazı örgüt mensupları yüklü paralarla yurtdışına kaçtı. IŞİD gibi, PKK gibi, DHKP-C gibi hücreleşmeye başladılar. Bu iş burada bitmeyecek belli ki. Fetullahçılar yeni bir darbe girişiminde bulunmak yerine, başka yöntemlere başvuracaklar.
Zaten yurt dışında halihazırda ahtapot gibi her yerde kolu olan güçlü bir lobileri var. Türkiye’yi zor durumda bırakabilmek için çeşitli gazetecilerle, STK temsilcileriyle, sıradan vatandaşlarla, thinktank uzmanlarıyla, akademisyenlerle, siyasetçilerle ve bürokratlarla bir araya geliyorlar. Gelmeye de devam edecekler. Bunun panzehiri, örgütün engellemek istediği kişilerin önünü açmak; örgütün kilit mevkilere getirdiği kişilere şüpheyle bakmaktır. Ne yazık ki bu yapılamıyor… Aksine, örgütün engellediği kişiler yine bürokrasinin kilit noktalarındaki birileri tarafından engelleniyor. Neden acaba?
Görsel: mythicalcreatures.info