Bodrum’un, özellikle gençler arasında yeni yeni popüler olmaya başladığı zamanlardı.
Galiba 1982 ya da 1983 yılıydı. Hızla yayılan bir modaydı oraya gitmek, en yakın havaalanı dört saat mesafedeki İzmir’deydi, kısıtlı bütçeli gençleri kapmak için iki otobüs firması, Pamukkale ve Aydın Turizm kıyasıya rekabet ederdi.
Biz de modaya uyduk, liseden bir grup yakın sınıf arkadaşı otobüse doluştuk Bodrum’un yolunu tuttuk. Aradan çok uzun zaman geçtiği için adını hatırlamak mümkün değil ama kesin olan merkeze nispeten yakın koylardan birindeki pansiyona yerleştik.
Ertesi sabah yaz sıcağında pişe pişe, kan ter içinde elimizde şişeler minibüsle Bodrum’a indik. Galiba pet şişede sular 1980’lerin başında çıkmıştı Türkiye’de. O zamanlar Pınar Şaşal’la Hayat Su vardı sadece. Neyse… Limana indik, müzeyi gezdik, sonra deniz kıyısındaki bir çay evine oturduk.
Kimin aklına geldiyse, “Yürüyerek dönelim” diye bir fikir attı ortaya. Herhalde en fazla 1-1.5 saat sürerdi, kıyıdan yürürüz, yüzeriz, eğleniriz diye düşündük. Başladık kıyıdan yürümeye…
Başlarda gerçekten güzeldi, deniz yanı başımızda, müthiş bir manzara eşliğinde 7-8 kişi espriler yapa yapa ilerliyorduk. Fakat az sonra yavaş yavaş keyfimiz kaçmaya başladı, önce ayağımızın altındaki kum, sonra yürüdüğümüz patika bitti, onların yerini sarp kayalık bir arazi aldı. Pansiyonumuza ne kadar kaldığı konusunda en küçük bir fikrimiz bile yoktu.
Daha da ilerledikçe kayalar iğne başı gibi sivrilmeye, geçebileceğimiz yol kalmamaya başladı. Herhalde 1-2 saattir yürüyorduk. O kadar dar yerlerden geçiyorduk ki, birimiz kayaların arasına sıkışma tehlikesi yaşadı, en kötüsü ise arkadaşımız Burçak’ın düşerek ayağını yarması oldu.
Kendimizi kötü bir duruma düşürmüştük, öyle bir yere gelmiştik ki, hele bir de yaralı varken ilerlememiz artık mümkün değildi. Hesapta Bodrum’a 5-6 kilometre uzaktaydık ama dış dünyadan tecrit edilmiş gibiydik.
Ne yapmalı?
Çaresiz yardım istemeye karar verdik. Ben ve yanlış hatırlıyor olabilirim ama galiba Murat (Ertel-Baba Zula’nın kurucularından) bıçak gibi keskin kayaların üzerinde seke seke yardım aramaya gittik. Bir taraftan da düşersek bizi paramparça edebilecek kayalara takılıyordu gözümüz.
Nihayet bir koya geldik, kıyıya yaklaşık 100 metre uzakta bir tekne demirlemişti, onu gözümüze kestirdik. Ama biz kıyıda, tekne 100 metre ilerimizdeydi. Nasıl yardım isteyecektik? Önce “imdat!” diye bağırmayı düşündük ama zaten içinde bulunduğumuz trajikomik durumda bu şekilde yardım istemek iyice saçma geldi.
“Heeeey!”, “Bakar mısınız!” diye bağırarak teknedekilerin dikkatini çektikten sonra yine bağırarak “Arkadaşlarımız kayalarda mahsur kaldı, biri yaralı, yardım edebilir misiniz” diyerek durumu anlatmaya çalıştık. Neyse ki iyi insanlarmış, hemen kıyıya yanaştılar, ikimizi aldılar. Haliyle nasıl “mahsur” kalmayı başardığımızı sordular, anlattık.
Az önce yürüdüğümüz yolu bu sefer tekneyle denizden çabucak kat ederek arkadaşlarımızı bıraktığımız yere döndük. Yine onların yardımıyla ayağı yarılan Burçak’ı taşıyarak tekneye aldık.
Sonrası malum, hastane, üzüntü, pişmanlık konuşmaları vs. İşin acıklı yanı, pansiyona dönünce baktığımız haritadan aradaki uzun mesafe nedeniyle yürünmesi mümkün olmayan bir güzergah seçtiğimizi anladık.
Kısacası, gezelim, görelim, eğlenelim derken garip, trajik ama aynı zamanda komik, adrenalin dolu bir macera yaşadık ve Bodrum’da-karada-mahsur kalan herhalde ilk insanlar olarak tarihe geçtik.