Büyük yapıtları olan yazarların büyük hayatları da oluyor gerçekten. Dostoyevski Sibirya’da ölüm cezası infaz edilmek üzereyken affa uğruyor. Zweig karısıyla birlikte intihar ediyor. Puşkin bir düelloda ölüyor. Nazım gibi bir memleket sevdalısı vatan haini ilan edilebiliyor. Yine birçok yazar gibi Tolstoy’un hayatı da derslerle ve ilginç olaylarla örülü.
Bazı insanlar başından beri ne istediklerini biliyor nasılsa. En en azından öyle davranıyorlar. Ama çoğumuzun ne istediğimizi tam olarak bilmediğimizi, buna aslında imkan da olmadığını, çünkü ne istemediğimizi tecrübe ederek ilerlediğimizi düşünüyorum hayatta. Bu yüzden hata yapma marjı olmalı, özellikle gençlerin o an için hata veya başarısızca görünen şeyleri yapmalarına hoşgörü ile bakılmalı bana kalırsa.
Rusça dersinde hocamızın Tolstoy’un eğitim hayatına ilişkin okuttuğu basitleştirilmiş makale bu açıdan ilginç gelmişti. Hoca gramer kuralları üzerinde dururken ben de ısrarla Rus edebiyatı okumuş hocamızdan Tolstoy’un hayatına ilişkin daha fazla şey duymak istiyordum. Dersten sonra, Moskova’da Hamovniki bölgesinde Tolstoy ve ailesinin 1881-1901 arasında yaşadığı evi ikinci defa ziyaret etmeye karar verdim. Özellikle çatı katındaki o yazı masasının fotoğrafını çekmek istiyordum bu defa.
Moskova’da ziyaret ettiğim, yazarların (Gogol, Gorki, Çehov, Bulgakov, Puşkin gibi) yaşadığı ve sonradan müzeye dönüştürülen evlerin arasında kullanılan eşyalarla birlikte orijinalliği en fazla korunmuş ev burası bana kalırsa.
İçeriye girerken evin atmosferini hissetmeye çalışıyor, derste öğrendiklerim yanı sıra duvarlara asılı bilgileri okumaya başlıyorum.
Lev Nikolayeviç Tolstoy 1828’de Tula bölgesinde Yasnaya Polyana’da doğmuş. 1865-1869 yılları arasında yazdığı Savaş ve Barış ile 1875-1877 yılları arasında yazdığı Anna Karenina dünyada bugüne kadar yazılmış en iyi romanlar arasında gösteriliyor.
Bazı yazarlar tarafından onun kitapları bir sanat çalışmasından ziyade hayattan bir kesit olarak görülüyor. Rus yazar Isaak Babel şöyle bir yorumda bulunmuş: Dünya eğer kendi kendini yazabiliyor olsaydı Tolstoy gibi yazardı.
Ara sıra Savaş ve Barış’tan sahneler geliyor aklıma. Okurken Prens Andrey’in Nataşa’ya kavuşma hikayesine kendimi nasıl da kaptırdığımı, Andrey öldüğünde sarsıldığımı ve bu yüzden Piyer’e fazla ısınamadığımı hatırlıyorum bir an için. Nataşa’nın heyecanı, aşka dair bir manifesto gibi geliyor gözümün önüne. Gerçekten büyük bir yapıt. Anna Karenina da öyle keza.
Tolstoy soylu bir ailede dünyaya gelmesine rağmen zorluklarla geçiyor hayatı. Yazar iki yaşında iken annesini kaybediyor, yedi yıl sonra da babasını. On bir ay sonra anneannesini ve daha sonra teyzesini kaybediyor. Bu yüzden dört kardeşi ile birlikte başka bir teyzesinin yanına Kazan’a taşınıyorlar.
Rusça dersindeki makalede konu edilen, Tolstoy’un eğitim hayatı ve eğitime bakışı oldukça ilginç gelmişti. Genellikle insanın ömür boyunca kendi kendisini yetiştirmesi gerektiğini düşünmüş yazar.
Tolstoy evde öğretmenler tarafından eğitilmiş. Aslında diplomat olmak istemiş. Bu yüzden de Arapça ve Türkçe gibi doğu dillerini öğrenmek üzere 1844 yılında Kazan Üniversitesine başlamış. Ama bölümünü sevmemiş ve dersleri kötü gitmiş. Bunun üzerine hukuk fakültesi okumaya karar vermiş. Ama bu da istediği şey değilmiş yazarın.
İlgisi daha çok edebiyat ve etik üzerine yoğunlaşıyormuş. Tolstoy 1847 yılında üniversiteden bir derece almadan ayrılmış ve Yasnaya Polyana’ya dönmüş. Burada kendi kendini eğitmeye karar veriyor, aynı zamanda topraklarını yönetiyor ve köylülerin koşullarını iyileştirmeye çalışıyor yazar.
Tolstoy 1851 yılında kardeşi Nikolay’ın yanında olmak istiyor ve orduya katılıyor. Kafkaslarda üç yıl asker olarak kalıyor.
1847 yılından itibaren bütün hayatı boyunca sürekli günlük tutuyor Tolstoy. Bu onun için değerlendirme ve analizlerini tuttuğu bir tür laboratuvar oluyor ve kitaplarında bunlardan çokça yararlanıyor.
Bu denli güçlü yazan ve dünya çapında bir üne kavuşan yazarın eğitim, otorite, ahlak ve din konularındaki fikirleri yüzünden yönetim ve kilise ile yıldızları pek barışmamış. 1891 yılında devlet tarafından anarşist olarak kınanmış. 1901 yılında ise kilise tarafından üyelikten çıkarılmış.
İleri yaşına rağmen, Kasım 1910’da, ormanda bir kulübede yaşamak ve manevi konularda yoğunlaşmak üzere evi terk etmiş. Bu son tren yolculuğu sırasında 21 Kasım 1910’da Shamardin Manastırı yakınındaki bir köyde ölüyor büyük yazar.
Tolstoy’a göre teyzesi Tatiana Yergolsky onun hayatına en çok etki etmiş kişi, çünkü bana, sevginin manevi sevincini öğretti, diyor.
Oldukça ilginç ve etkileyici bir hayat hikayesi var yazarın. Ama uzatmamak için Romain Rolland’ın çok etkilendiğim Savaş ve Barış hakkındaki sözleriyle bitirmek istiyorum yazıyı:
“Savaş ve Barış, çağımızın en büyük destanıdır, çağdaş bir İlyada’dır. Sayısız çehreler, tutkular kımıldar burada. Sayılmaz dalgaları bulunan bu insan okyanusu üzerinde, fırtınaları huzurla başlatıp durduran, güçlü bir ruhun varlığı sezilir.”
Not: Samih Güven’in bu yazısı Medya Günlüğü’nde daha önce yayınlanmıştır.