Gökhan Yavuzel
Yıkılmış ve duvarsız kalmış bir şehrin engin kuytusundan çıkmayı amaçlayan ve tekrardan onarılmaya çalışılan bir yaşamın adıdır sürgündeki bireyin çırpınışı, tırmanışı…
Sürgün yaşamına katılan anlam, zorluklar ve mücadele metodu herkese farklı yansıyor ve farklı yorumlandırılıyor. Çünkü herkesin koşulları ve bilinçaltında biriktirdikleri farklıdır. Yaşadığı vefasızlığın derecesi, ekonomik boyutu, aidiyetinin oranı, eski tavrını sürdürülebilirliği, yeni şartlara dayanıklılık reaksiyonunu gösterebilmesi gibi sebepler bu konuda belirleyici oluyor.
Sürgün yaşamını daha da zorlaştıran şeylerden biri, insanın tamamen duygusal çaresizliğe ve ekonomik bir güçlüğün içine itilmesidir. Bu salt devletin baskısıyla mümkün değildir, ülkeden ayrıldıktan sonra bütün ilişkilerin bozulmasından dolayı ortaya çıkan bunalımla da ilgilidir. İnsanlara baskılanan korkunun, vefasızlığın kendini somut haliyle dışa vurarak sürgündeki kişiyle ilişkilerini koparmasıdır. Yeni bir yaşama tutunmaya başlarken, hayal kırıklıklarının ve oluşan taze zorlukların buhrana yol açması gibi etkenler nefes almayı zorlaştırır.
İhanetçiler sadece zindan koşullarında ortaya çıkmaz, oradaki ihanetçiliğin belki daha büyüğü sürgünde de kendini gösterir. Kişilik değiştirenler, tavrını alçaltanlar, demokratlık şovundan vazgeçenler, bağımsız yayıncılık iddiasıyla ortaya çıkıp kaypaklaşanlar, aydın görünümlü ve sanatçı kılıklı fırsatçılar…
Buralarda yoğunca esas renklerini yansıtıyorlar.
Somut bir örnek vereyim:
Ben, bir tarafa tavrımı en keskin biçimiyle göstermiş bir yazarım. Hem de bunu kitaplarımın çok sattığı ve popülaritemin hızla yükseldiği genç yaşımdan itibaren yaptım.
Haksızlığa uğradıkça sesim yükseldi, kitaplarım yayından kaldırılınca öfkem belirdi, yazılarıma ambargo uygulanınca tavrım netleşti.
Bunlar sadece edebi veya yazım çalışmalarıma konulan yasaklamalar…
Hükümet yanlısı yayınevlerinin ve yayıncıların, devlet korkusuyla olan bazı yaklaşımları anlaşılabilir, ancak hükümetin yine sözde hedefi konumunda olan yayıncı kuruluşların benzer yaklaşımları göstermesi demoralize edici ve düşündürücüdür.
Ekseriyeti kültür-sanat konularında ve bilhassa edebiyat alanında yazılara eğiliyorum, yazılarımın birilerini tehlikeye atacak bir muhtevası yok. Ancak ismimin, hükümetin şovenizmine hizmet eden yayıncıları ve trolleri tarafından hedefe konulmasından, paralelinde saldırıya uğramamdan sonra çoğunluğu Avrupa’daki yayıncılar başta olmak üzere, çeşitli bahaneler öne sürerek yazılarıma ver vermek istemediler.
Benim de minnet etmekten işkence duyan yapım, sözü ve davranışları bir olmayan kişiliklere karşı acımasız eleştirilerim bir noktada uzlaşma ihtimalini de ortadan kaldırıyor.
Bu ve benzer yaklaşımlardan dolayı, geçimimi sağlamak zorlaşınca bağımsız editörlük yapmaya başladım ve geçim sorunlarım biraz hafifledi. Tabii bu konuda da sorunlar oluşmadı değil… (Neyse, onları da başka bir zaman yazarım)
Konu dağıldı diye düşünmeyin, bazı yerlerde konuyu dağıtmanın gerekliliğini ve sorumluluğunu hissediyorum…
Antik Roma İmparatorluğu’nda, devlete karşı tehlike olarak kabul edilen suçları işleyenlere iki öneri sunulurmuş: Bunlardan biri ölüm, diğeri sürgün cezasıydı. Bir kişiyi sürgünde yaşamaya zorlamayı idam cezası ile eş değer tutuyorlardı. Benzer durumu yaşadığımı biliyorum, bu bir mağduriyetin serzenişi veya feryat çığlığı değil; aksine bu uygulamaya karşı bir meydan okumadır. Bu meydan okumayı hakkıyla verebiliyor muyum, bilmiyorum.
Ancak benzer örneğini verene de pek rastlamadım.
Diasporadaki yaşamını ekonomik zenginlik ile süsleyenler, ailece sefahat içinde yaşayanlar, keyfi sebeplerden sürgünde yaşamayı seçenler, kimsesizlik duygusunu tecrübe etmemiş ve tek başına öldürülmüş bir yaşamı yeniden inşa etmeye çalışmamış olanlar elbette sürgünde yaşamayı bir nimet olarak görüyor olabilirler, ancak ben o koşulları hiç yaşamadım, yaşamak da istemiyorum…
Geçmişte bırakılan şeylerin kederi, kaybedilenlerin hüznüne teselli olan şey sürgündeki kazanımlardır. Bu kazanımlar insanın yüreğinde umut kabartıyor.
Ancak normal koşullardaki bir yaşamın umudu gibi olmuyor, ara ara kaybolsa da bu umut, ürün verdikçe ve gelişimden tatmin oldukça yeniden kendini hatırlatıyor.
Mecburiyetler, zorluklar ve acılar; düşünsel açıdan ürün verme yönünde bolca kazanımlar barındırsa da, nihayetinde yitip giden insan hayatları var. Gençliğin feda edilmesi, duyguların acılara doğru evrilmesi, canlı ilişkilerin yozlaşması, sıla, gurbet ve hasret temalarının yüreği kanatarak sıklıkla zihinde imgelenmesi gibi meseleler, insani yaşam alanını barındırmaya ve normal duygulara dönüş yapmaya asla olanak tanımıyor