Bazı yaklaşımlarca ifade edildiği gibi insanlar hırslı ve açgözlü olduğu için mi başarısız oldu komünizm?
Ya da böyle sistemler işçileri ve vatandaşları yeterince çalışmaya ve verimli olmaya sevk edemediği için mi? İnsanın bilinen doğası mı buna engel oldu, yoksa istenilen insan tipi şekillendirilemedi mi?..
İktisadi ve sosyolojik bir konuya yaklaşılırken insan doğası tartışmaları önemli oluyor. Bununla birlikte, insan doğası diye bir şey olmadığı, yüzyıllar boyunca ve farklı sistemler içinde hep aynı kalan davranış kalıplarının söz konusu olamayacağı genel kabul görüyor. Yani her zaman geçerli “bir insan insanın kurdurur (homo homini lupus)” ya da “homo economicus” gibi varsayımlar söz konusu değil aslına bakılırsa. Azla yetinmesini bilen Avustralya Aborijinleri buna iyi bir örnek.
Ama dönemlerin kendi koşulları içinde şekillendirilmek istenen veya kendiliğinden şekillenen ortak insan özellikleri de oluyor şüphesiz.
2015 yılında Nobel Edebiyat Ödülünü alan Svetlana Aleksiyeviç’in İkinci El Zaman (Kızıl İnsanın Sonu) adlı muhteşem kitabından birkaç satır aktarmak istiyorum:
“Komünizmin delice bir planı vardı-eski insanı, antika olmuş Adem’i yeniden yapmak. Ve bunu yaptı da… Belki de bir tek bunu yaptı. Yetmiş küsur yılda Marksizm-Leninizm laboratuvarında ayrı bir insan tipi ortaya çıkardılar: Homo Sovyeticus.”
“Bir anlatıcıdan: Gorbaçov’u eleştirsem de iyi karşıladım… O… şimdi anlaşılıyor ki o da bizim gibi hayalperestmiş. Düş görüyormuş. Böyle denebilir. Ama hazır değildim Yeltsin’e. Gaydar’ın reformlarına. Bir günde paralar uçup gitti. Paralar… ve hayatımız… Bir anda değersizleşti. Aydınlık gelecek yerine şöyle demeye başladık: Zenginleşin, parayı sevin…”
“Genç bir anlatıcıdan: Kapitalizmi annem ve babam sipariş etmedi… Bu sipariş benim, benim gibilerin, hapiste kalmak istemeyenlerin. Gençlerin, güçlülerin, bizim için kapitalizm ilginç bir şey; heyecanlı bir macera, risk. Sadece para değil, Bay Dolar değil”
Aradan yıllar geçti. Çok şey değişti. Demografik yapı da değişti. Eski Sovyet coğrafyasında bugün yaşayan insanların yüzde kaçına “Sovyet insanı” diyebiliriz artık bilmiyorum. Yine de genel anlamda öne çıkan davranış kalıplarını büyük ölçüde sosyolojik, kültürel ve ekonomik koşullar belirliyor diyebiliriz.
Rusları bizden farklı kılan çok neden var. Bir kere farklı bir ırk, farklı bir iklim, farklı bir kültür ve tarihsel süreç söz konusu. İnsanların coğrafya ve doğa ile ilişkisinde, farklı ekonomik sistemler içinde birbirleriyle ve sistem ile olan ilişkisinde karakterlerine etki eden özellikler olmalı.
Ama 19. yüzyıl Türk ve Rus toplumuna baktığımızda bazı ortak özellikler de var. Sorunları olan iki büyük imparatorluk. Batılılaşma çabaları, değişim gayretleri var. Büyük Petro’nun (Bizde deli Petro denilip hafife alınmasını da anlamış değilim) özellikle eğitim ve kültür hayatına getirdiği önemli katkılar var.
İşte tam bu noktada şöyle bir soru geliyor aklıma: Komünizm deneyimiyle diğer ülkelerden ayrışan Ruslar komünizme bir şey borçlu mu? Arta kalan ne oldu? Bu sorunun tersine de kafa yormak mümkün elbette. Yani Rusya’ya komünizm gelmeseydi bazı Doğulu özellikleri de dikkate alındığında Avrupa ülkeleri gibi güçlü, gelişmiş bir piyasa ve refah ekonomisine sahip olabilirler miydi mesela? Ancak şimdi bu soruyu sonraya bırakıp ilk soruya yanıt aramak istiyorum:
Yani yaşanan acılar ve eksileri bir yana komünizmin pozitif etkileri ne oldu?
Bir kere en başta kapitalist dünyanın karşısına dikilip güçlü olma ve ayakta kalma mücadelesi var sanırım. Güçlü devlet olma ideali. Askeri alanda, uzay teknolojisi gibi bazı alanlarda agresif gelişme isteği söz konusu olmuş.
Teorik bazda, ekonomik planlar yoluyla gelişme ve ilerleme (planlı kolektivist ekonomi) fikri dünyada taraftarları olduğu gibi Hayek gibi güçlü karşıtlarını da doğurmuş. Ama bu konuyu da burada tartışmak niyetim değil. Sovyet Rusya’da uygulanan ekonomik model ve sonuçlarıyla ilgili devasa bir külliyat var.
Simon de Beauvoir’ın “Moskova’da Yanlış Anlama” adlı kitabı yaşlı bir çiftin 1960’larda Sovyetler Birliğine yaptıkları yolculuk sırasında yaşadığı bir ilişki krizini anlatıyor. O dönemin koşulları, politik hayal kırıklıkları gibi konular da geçiyor zaman zaman.
Hatta sandalye üretimi ile ilgili küçük bir hikaye hayli ilginç. Sandalyenin arkalıklarını bir fabrika, oturma yerlerini başka bir fabrika üretiyor, üçüncü bir fabrikada ise birleştirme işlemleri yapılıyormuş. Ancak iki parça bir araya getirildiğinde eksiklikler ortaya çıkıyor bazen de kırılmalar yaşanıyormuş. Başvuru ve girişimlerin, soruşturmaların, kontrollerin, raporların ardından birleştirme yönteminin yanlış olduğuna karar verilmiş sonunda. Ama yöntem değişikliğine izin çıkması için çok uzun bir bürokratik dolaşımdan geçilmesi gerekiyormuş. Dediğim gibi hayli tartışmalı bir konu.
Ama bu yazıların konusu olan, bugün gördüğümüz günlük yaşam, en basitinden bir konser, restoran veya bar ortamı, Moskova kenti ve insanları gibi unsurlar açısından ele alırsak, rant hırsı ve zehrinden uzak bir anlayışla yapılmış geniş yolları, büyük ve güzel parkları, eğitimli bir toplum olmayı, güzel binaları ve konser salonlarını ve bir doğu toplumu olarak özgür ve eğitimli kadınları borçlular mı acaba? Keşke Svetlana Aleksiyeviç’e sorabilsem bu konuları.
Yoksa komünizm eskiye ait çok şeyi yıktı mı, renkleri sildi mi, hükümsüzleştirdi mi bazı yazarların dediği gibi, sanat ve edebiyat hayatını olumsuz mu etkiledi, farklı yöneticilerin farklı etkileri mi oldu, nasıl daha iyi olabilirdi ya da hiç iyi olma şansı yok muydu? Bunların devasa tartışmalar olduğunun farkındayım. Ama günlük hayatta karşılaştığım sıradan şeylerin izindeydim yine.
Artık son günlerimdi şehirde. Kentin her bir parçasıyla yavaş yavaş vedalaştığımın farkındaydım. Tuhaf şekilde duygusallaşmıştım. Özellikle sevdiğim mekanları, caddeleri, parkları belki de son kez görüyorum diye düşünüyordum. Cuma ve cumartesi geceleri arada bir vakit geçirmeyi sevdiğim orta yaş Rusların geldiği tipik iki Rus mekanı vardı. Buralarda, yine hafta sonları uğrayan ve her birinin tipik özellikleri olan bazı insanlarla pişti oluyorduk ister istemez.
O gün bir bakıma son kez dikkatle dolaşıyordum o büyük mekanın içinde. Ama son kez dikkatle dolaştığımı ve tuhaf bir hüzün içinde olduğumu nasıl bileceklerdi ki. Haftaya yine burada olacağım diye zannediyorlardı çalışanlar ve pişti olduğumuz o müdavimler.
Kareoke zamanıydı. Tuhaf şekilde bir Kızıl Ordu şarkısı çalınıyordu. O güzel yüzlü kadın yine başkasıyla dans ediyordu. Dedim ki içimden seni de son görüşüm bu. Biliyordum ki sahnede keyifle dans eden o Ermeni için de, o Türk için de, o Kürt için de ve o hareketli Hint için de burada, bir arada olabilmenin bir anlamı vardı. Belki de başka bir coğrafyada kolayca olamayacakları bir özgürlük ve rahatlık içinde dans ediyorlardı burada.
Herkes herkesle dans edebiliyordu. Rusya’da özellikle 90’lı yıllarda bazı ırkçı ve faşist grupların ve bunların yaptıklarının farkındayım elbette ama halkın genel tavrı olarak gözlediğim farklıydı Rusya’da. Ben bir ayrımcılık duygusu yaşamadım.
Bu düşünceler içinde, o dakikalarda çalan hüzünlü Rus şarkılarının arasından çıkıp uzaklaştım oradan.
Moskova sokaklarında ağır ağır yürüdüm gece vakti. Hemen her yerde neşe içinde eğlenen, yürüyen insanlar vardı. Yalnız kadınlar vardı sokaklarda. Kadınların toplum içindeki öz güveni ve eğitimli olması eski dönemin konuyla ilgili politikalarına baktığımız zaman tesadüf değil. Tıpkı bugün kadın-erkek eşitliğinin en ileri düzeyde olduğu İskandinav ülkelerinde bu noktaya belli bir strateji ve kafa yorma neticesinde gelinmiş olması gibi.
Sonuç olarak, genel eğitim seviyesi zengin Avrupa ülkeleri seviyesinde ise, önemli bir müzik ve sanat altyapısı varsa, pozitif etkiler bunlar. Peki Avrupa ülkeleri bütün bu kazanımları neye borçlu?
Diğer yandan, sadece 30 yıllık bir piyasa ekonomisi deneyimi bulunan Rusların rekabetçilik, işyeri hırsı, verimlilik, icatçılık, iş kurma istekleri gibi konularda yüzyılların deneyimine sahip Avrupa ülkeleri ile kıyaslanması yanlış olur. Piyasa ekonomisi içinde yüzyıllarını geçiren ve eğitim, sanat, kadın hakları gibi konularda zorlanan gelişen ülkelerle kıyaslandığında da Rusların bu kazanımlarını hafife almamak gerekir kanımca.
Ama Avrupa ülkelerinin geçtiği yollardan geçip onların standartlarına ulaşabilirler miydi peki? Ya da geniş yollar, parklar, eğitimli kadınlar, müzik coşkusu, bütün bunlar bazı dönemlerde çekilen acıları hafifletebilir mi? Bilmiyorum ama bahsettiğim pozitif etkileri önemsiyorum.
Fotoğraftaki yazı: Lenin yaşadı, yaşıyor, yaşayacak.
Not: Bu yazı Medya Günlüğü’nde daha önce yayınlanmıştır.