Son yıllarda medyadaki genel kötüye gidiş ve kalitenin düşmesi kaçınılmaz olarak dili de etkiledi.
Aslında bu alanda topluma önderlik etmesi gereken medyanın bu durumu nedeniyle Türkçenin yanlış ve kötü kullanımı daha da yayıldı. İşin üzücü yanı, bu konulara, yani Türkçenin sorunlarını düşünenlerin, kaygı duyanların, çözüm arayanların sayısının da hızla azalması. Neyse ki, hâlâ bu konulara kafa patlatanlar var; bu kişilerden biri de ünlü dilci ve yazar Sevgi Özel. Ömrünü Türk diline adayan, Dil Derneği’nin kurucuları arasında yer alan Özel’le Medya Günlüğü’nde daha önce yapılmış bir söyleşiyi kısaltarak yeniden yayınlıyoruz:
-Sizce Türkçenin en büyük sorunu nedir?
-Sorunlar, Türkçeden kaynaklanmıyor. Sorun bizde. Daha doğrusu sorunlar çok uzun zamandır Türkçeyi sevmeyen, benimsemeyen siyasal iktidarlardan kaynaklanıyor. Bildiğiniz gibi Türkçe, bilimsel adıyla Türkiye Türkçesi, inancı ve kökeni ne olursa olsun, ulusal sınırlar içinde yaşayan her yurttaşın ortak iletişim aracı. Bir başka deyişle resmi (ya da ortak) dili. Dünyanın birçok ülkesinde bir ortak (resmi) dil var; resmi diller, genellikle ülkelerin kurucu çoğunluğunun dilidir. Türkiye Türkçesi de cumhuriyetin kurucu çoğunluğunun dili olduğundan ortak (resmi) dildir.
Cumhuriyetten önce öğrenilmesi, kullanılması çok zor olan Arap abecesini kullanıyorduk. İmparatorluğun dili de Osmanlıcaydı. Şimdi birilerinin ileri sürdüğü gibi Osmanlı Türkçesi değil; Osmanlıca. Osmanlı, bu dile hiçbir zaman Osmanlı Türkçesi dememiştir. Osmanlıca, imparatorlukta salt seçkinlerin dili olmuştur; halk bu dili kullanamamıştır. Yine halk Arap abecesini de öğrenememiştir. Erkeklerde okuryazar oranı yüzde 5-6, kadınlarda neredeyse sıfırdır. Osmanlı, son dönemlerinde çok gerisinde kaldığı Batıdaki gelişmeleri fark eder gibi olmuş, örneğin yeni okullar açmış; ama bu okullarda hangi dille eğitim yapacağına bile karar verememiş; Arapça mı olsun, Fransızca mı tartışmaları yapılmış; Türkçe, kimsenin aklına gelmemiştir.
Türkçenin eğitim dili olması, cumhuriyetin kuruluşuyla düşünülmüş, 1928’de Harf, 1932’de Dil Devrimleri yapılarak Türkçenin önü açılmıştır. Osmanlıca içinde “dolgu gereci” gibi kullanılan Türkçe, bu iki devrimle üstündeki kalın perdeden kurtulmuştur. Bu devrimlerin öncüsü ve yapıcısı Mustafa Kemal Atatürk’tür. Atatürk son nefesine dek Türkçeyi düşünmüş, Türkçenin bilim ve sanat dili olması, bütün teknik kavramları karşılaması için kendisi de çalışmıştır. Örneğin geometri terimlerini Türkçeleştiren Atatürk’tür.
Ne ki 1940’ların sonlarına doğru laik cumhuriyeti çağdaş dünya ile yarıştıracak tüm devrimlere karşı çıkanların, en büyük takıntısı Dil Devrimiyle gelişen Türkçe olmuştur. İşte sorun burada başlıyor. Harf ve Dil Devrimlerini yadsıyan siyasetçiler, devrim karşıtlığını özellikle Milli Eğitim Bakanlığına taşıyarak Türkçenin çağdaş metinlerle öğrenilmesini engellemiş; Türkçeyi doğru kullanan yazın ve bilim insanlarının ürünlerini eğitim sisteminden dışlamışlardır. Daha da ileri gidilmiş devrimin ürünü Türkçe sözcükleri kullananlar uydurukçu, komünist diye suçlanmış, karalanmıştır. Ülkenin resmi dili doğru öğretilemez, topluma dil bilinci verilemezken anaokullarında bile yabancı dille eğitim/öğretim furyası başlamıştır. Atatürk’ün kurduğu (1932), yaşaması için vasiyetnamesiyle gelir bıraktığı Türk Dil Kurumu kapatılarak (1983) Dil Devrimiyle gelişen Türkçe eğitim kurumlarından ve sisteminden dışlanmıştır.
12 Eylül’le devletin eğitim ve kültür siyasası yapılan Türk İslam sentezinin ürünü bir siyaset güçlenmiş, devlet eliyle örgütlenen karşıdevrimden en büyük yarayı Türkçe almıştır. İnanç ve köken farkımız siyasaya araç yapılarak AKP iktidarına gelinmiştir.
Bugünkü iktidarsa Türk-İslam sentezinin Türk ayağını tümden silmiş, İslam’a dayanarak eğitim kurumlarına İngilizce öğretimin yanı sıra Arapça ve Osmanlıcayı da sokmuştur.
Çoktandır masa başında uydurulmuş içeriksiz ya da Osmanlıca ağırlıklı, Türkçenin olanaklarını yansıtmayan metinlerle Türkçe öğretilmektedir. Yani sorun Türkçede değildir. Türkçeye ihanet edenlerdedir. Ülkesinin ve dilinin tarihsel akışını bilmeyen kara cahillere, kara sakallı din tüccarları ve köken farkını siyasaya araç yapanlar da eklenince salt Türkçe değil, aslında tüm toplumsal değerlerimiz, ortak yaşama ülkümüz tehlike altındadır. Bugün Türk, Türkçe demek, bunları savunmak bile gericilik, ulusalcılık sayılmaktadır… İşte asıl sorun budur! Bütün sorunların yansıyacağı ilk alan dildir!
-Dilimizi kabaca nüfusun yüzde kaçının kurallarıyla doğru bildiğini düşünüyorsunuz? En sık yapılan hatalar hangisi?
-Nüfusu hızla artan, bu artışı körükleyen iktidarların genel bütçeden, bütçenin yanı sıra özgürlüklerden en az pay ayırdığı alan eğitimdir. Çok uzun zamandır MEB, başına geçen kişinin dünya görüşüne göre eğitim sistemiyle oynamaktadır.
Bugünkü Meclis’e bakınız; biz dilciler için ilginç bir örnektir; yaşça geçmişe göre daha genç ama düşünce olarak çok yaşlı bir Meclis çoğunluğu var. Vekillerin, bakanların konuşmalarına kulak verin (aralarında birçok akademisyen bile var); metin olmadığında çoğu arka arkaya üç doğru tümce kuramıyor. En çok “Yanlış anlaşıldım” tümcesini bu iktidar kurdu.
Toplumun gözü önündeki kişileri, şu ya da bu alanda ünlü olmuş kişileri dinleyin; yine çoğu kendini doğru anlatamıyor. Kırık dökük, bulanık anlatımlar birbirini izliyor. Yanlış anlaşılan anlaşılana… Toplumu oluşturan kesimlere bakın; aynı görüntü. En çok yanlış, tümce kuruluşlarında yapılıyor. TV’lerde anahaber üstüne bindirilen konuşmalar gibi genç muhabirleri dinleyin, bir kazayı ya da sevinci anlatırken çam üstüne çam deviriyorlar. Genç habercileri suçlamıyorum; onlara ne sunduksa karşılığını veriyorlar; çünkü hepsi kötü bir eğitimden geçerek büyüdü.
Yazım yanlışları, Atatürk’ün kurumu kapatıldıktan sonra aldı başını gitti. Çünkü Başbakanlığa bağlı resmi kurum yerleşmiş yazım kurallarını bozdu; kimseye çaktırmadan kimini düzeltti; ama yazım birliği bozuldu. Dahası bu kurum genel dilin sözlüğünü de bozdu; bugün ölçünlü (standart) dil diye bir şey kalmadı. Sözcükler (Türkçe olanlar bile) yanlış seslendiriliyor; özellikle TV’lerde eski sözcüklerle konuşma modası var; doğru kullansalar, neyse… Karma bir dille konuşuluyor “konsept, misyon, vizyon, performans…” gibi sözcükler çoklukla yanlış yerde, gereksiz kullanılıyor. Türkçe “beğeni, süre, süreç…” gibi sözcükleri, akademisyen olanlar bile doğru kullanamıyor. Yanlışları saymaya sayfalar dar gelir. Büyük çoğunluk dilimizi doğru kullanamıyor. Bu bir gerçek…
-Gözlemlediğiniz kadarıyla medyada en çok hangi hatalar yapılıyor? Sizi en çok kızdıran, bağışlayamayacağınız hata hangisi?
-Ben “medya” demiyorum; basın yayın sözcüğünü 1930’larda bulduk, kurumunu da o zaman oluşturduk. Ne yazık ki basın yayın, “medya” olduktan sonra, içindekiler “medyatik” takılmaya başlayınca basının dili bozuldu. “Tower”, “plaza” gibi yerlere tüneyince bulundukları yere verdikleri adlarla birlikte kullandıkları dil de pörsüdü. “Şov” sözcüğünü almış, böyle de yazmışız; TV’ler “show” adını alıyor; bu sözcükle eğlence izlenceleri yapıyorlar. Adamın ya da izlencenin adı Türkçe, gösteri “show” oluyor. Kimse şarkı, türkü söylemiyor, “performans” yapıyor; “milli, dini duyguları”nın ne denli yüksek olduğunu gösterme yarışındaki ablalar, babalar, genç yarışmacıya, “Harika bir performans yaptın… Hadi performansını göster” diyor. Genç haberci, yıkılan binada “uzman köpeklerin” canlı aradığını duyuruyor. Reklam yazarlarının çoğu Türkçeyi bozarak ya da İngilizceye uydurarak saçmalıyor. Öykünmecilik TV dizilerine de yansıdı; birkaç dizide düzgün konuşan ya tek kahraman var ya da hiç yok; sözcükler gibi beden dili de berbat; birileri bunu gülmece sanıyor. Hatta bu dizilerden birinin kötü konuşarak ün yapan oyuncusu, reklamda da aynı kötü dille oynuyor. Kızdığım o denli çok şey var ki, say say bitmez.
-Kesme işaretinin kullanımıyla ilgili bir kaos var. Genellikle kural bilinmediği için neredeyse kafamıza göre istediğimiz kelimeyi yukarıdan kesme işaretiyle ayırıyoruz. Kural ne diyor? Türkçe’nin mi yazmak doğru yoksa Türkçenin mi? Ayrıca, kurum adlarını kesme işaretleriyle ayırmamız gerekiyor mu? Adalet Bakanlığı’nın mı yoksa Adalet Bakanlığının mı doğru?
-Biz dili gözle ve kulakla öğretemiyoruz; kulakla öğretemediğimiz için seslendirme yanlışlarımız sürüyor. Gözle de öğretemiyoruz; örneğin noktalama imlerinin ne işe yaradığını yalnızca ezberletiyoruz. Oysa dili öğretmekte temel kural, anlamı unutturmamaktır. Noktala imleri, metin yazanı ve okuyanı düşündürüp soluklatmak için kullanılır. Kesme iminin kullanımı 1960’larda sorun olmaktan çıkmıştı; resmi TDK, 1985’te “me’mur, san’at…” gibi sözcükleri bile kesmeli yazdı; aklına gelen her yere bu imi saçtı. Aynı biçimde düzeltme (^) imini de savurdu; sonra toplamaya çalıştı; ne ki toplumun yazım geleneği hızla bozuldu. İmlerinin kullanımında sıkıntı yok; toplumun önünde dil ve yazım birliğini sağlayamayan bir resmi TDK gibi bir sorun var. ( Konuyla ilgili daha ayrıntılı bilgi almak isteyenler: http://www.dildernegi.org.tr/TR/BelgeGoster.aspx?F6E10F8892433CFFAAF6AA849816B2EFAD2159C2926A9E50 )
-Okullarda hep Türkçenin yazıldığı gibi okunan bir dil olduğu öğretilir. “Öğreneceğiz” yazıyoruz ama “öğrenicez” diyoruz. Yanlış mı söylüyoruz? Doğru söylüyorsak o zaman Türkçe yazıldığı gibi okunan bir dil değil mi?
-Türkçenin yazıldığı gibi okunan, okunduğu gibi yazılan bir dil olduğu savı, bütünüyle doğru değil. Şöyle: Türkçe büyük ölçüde okunduğu gibi yazılan; büyük ölçüde yazıldığı gibi okunan, sesçil bir dildir. Bu özelliğiyle Türkçe birçok dünya dilinden ayrılır; 8 ünlü sesi olması Türkçeyi dünya dillerinden ayıran bir özelliğidir. 8 ünlü (ya da sesli), 21 ünsüz (ya da sessiz) öğesi arasındaki uyumla büyük ölçüde yazıldığı gibi okunur. Bütün dillerde konuşma ve yazı dili ayrımı vardır; bu ayrım Türkçede çok azdır. Yazı ve konuşma dili arasındaki ayrımı şöyle gösterebiliriz, ayraç içindeki biçimlere konuşma dilinde rastlıyoruz: “almaya (/almıya), bilmeyen (bilmiyen), gelmeyen (gelmiyen), söyleyen (söyliyen); başlayan (başlıyan), başlayarak (başlıyarak), görmeyecek (görmiyecek), söyleyecek (söyliyecek), söyleyerek (söyliyerek)…” Konuşurken “öğrenicez” diyoruz; ama böyle yazamayız; “…öğreneceğiz” yazmak durumundayız.
-Konuşmalarında Batı dillerinden ya da Arapça ve Farsça kelimeler kullanan kişilerin “Türkçe yetersiz kalıyor” ya da “Kendimi ifade etmekte zorlanıyorum” türü savunmaları sizi ikna ediyor mu?
-Yukarıda söylediğim gibi hiçbir dili yetersizlikle suçlayamayız. Sorun insanda; dili kullananda. Yetersiz kalan insandır; dilime emek vermeyen, o dilin bilim ve sanat dili olması için çabalamayan insanın yakınmaya hakkı yok. Kendini anlatmakta zorlananların sıklıkla Türkçenin olanaklarını küçümsediğine tanık oldum. Yabancı sözcük ağırlıklı yazan ve konuşanların çoğu aklı sıra ne “entel” olduğunu gösteriyor. Kötü sözcük kullanmak istemiyorum; 40 yılı aşkındır bu tür insanlarla boğuşuyorum.
Dil Devriminin önü kesilmeseydi, tüketen değil üreten bir toplum olmaya özensek ve ürettiğimiz her şeyi kendimiz adlandırabilseydik, kendimizi anlatmakta sıkıntı çekmeyecektik. Ancak kimi çokbilmişler Türkçesi olanın da yabancısını kullanarak ya da Türkçe karşılıkları yetersiz sayarak dile saygısızlık yapıyorlar.
-Dil Derneği olarak yabancı kökenli kelimelere Türkçe karşılıklar öneriyorsunuz. Önerdiğiniz kelimenin toplum tarafından kullanılıp kullanılmayacağı konusunda bir iç tartışma yapıyor musunuz, yoksa “Biz doğrusunu önerelim, isterlerse kullanırlar” diye mi düşünüyorsunuz?
-Biz Atatürk’ün kurduğu Türk Dil Kurumunun 1932’den başlayarak 1983’e dek yaptığı gibi çalışıyoruz. Eski kurumda da sözcükleri üretir topluma, özellikle düşünce üreten insanlara sunardık. Şimdi de öyle yapıyoruz. Kimse şu sözcüğü kullan, bunu kullanma diye toplumu zorlayamaz. Kimse dilden sözcük atamaz; kimse toplumun benimsemediği bir sözcüğü yaşatamaz.
Çok değil on, on beş yıl önce “yanıt, olanak, olasılık, sorun…” gibi onlarca sözcük yasaklıydı; TRT ile Kenan Evren’in kurumu olan TDK, 1983’te kafa kafaya verip 205 sözcüğü yasaklamıştı. Ne TRT bu yasakları sürdürebildi ne resmi kurum.
Biz üretiriz, topluma sunarız; özellikle yazın ve bilim insanlarıyla basın yayın benimserse, sözcükler genel dilde yerini alır; öyle de oluyor ayrıca.
Portre/ Sevgi Özel
1971 yılında Türk Dil Kurumu’na girdi. Dil bilgisi/Dil bilim kolunda, Türkiye Türkçesini araştıran bilimciler arasında yetişti. TDK’de, Türkiye Türkçesiyle ilgili bilimsel çalışmaların yanı sıra yazım konusunu izleyen dilcilerle Yazım Kılavuzu’nun 1973-1983 arasındaki baskılarını hazırladı.
TDK 12 Eylül’de kapanınca kendi isteğiyle ayrıldı. Bilgi Yayınevi, Ümit Yayıncılık ve Uğur Mumcu Araştırmacı Gazetecilik Vakfı’nda yayın yönetmeni olarak çalıştı; iki yüze yakın bilim-sanat insanının, çevirmenin ve gazetecinin yapıtlarını gün ışığına çıkardı. Kimi yazarları ilk yapıtlarıyla okurla buluşturdu. 1987’de, eski TDK üyelerinden 34 kişiyle birlikte Dil Derneği’nin kurucuları arasında yer aldı. Dil Derneği’nin Türkçe Sözlük’ü ve Yazım Kılavuzu’nun bütün baskılarının hazırlayıcıları arasında bulunuyor. Yurdun her yanında söyleşilerde, açık oturumlarda konuştu; konferanslar verdi. Dil ve yazın alanında yüzlerce yazı yazdı; yazıları Dil Derneği’nin Çağdaş Türk Dili adlı aylık dergisinde, Cumhuriyet gazetesinde, dil ve yazın dergileriyle bilgisunar sitelerinde yayımlandı.