Amerikan Council on Foreign Relations tarafından yayınlanan Foreign Affairs dergisinde Michael McFaul ve Abbas Milani imzasıyla çıkan analizin çevirisi:
“Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin bundan sadece kısa bir süre öncesine kadar onlarca yıldır azalan etkisinin ardından Moskova’nın Orta Doğu’daki nüfuzunu yeniden tesis etmiş görünüyordu.
Putin, İran ve Suriye gibi uzun süredir müttefikleriyle ilişkilerini derinleştirirken, İsrail ve Arap monarşileriyle daha dostane ilişkiler geliştirdi. Bu pragmatik gerçekçilik, bölgedeki birçok ülkenin ABD’nin “demokrasi yayma” konusundaki naif ve istikrarsızlaştırıcı tutumuna alternatif olarak daha konforlu bir yaklaşım gibi görünüyordu.
Bu strateji, Moskova’nın bölgede ABD’ye karşı önemli bir denge unsuru olmasını sağladı fakat bunun yansımaları yalnızca bölgede değil, Rusya’nın çevresinde de hissedildi. Orta Doğu’daki liderler, Rusya’nın 2022’de Ukrayna’yı işgaline karşı kayda değer bir sessizlik sergiledi. ABD’nin yakın müttefiki İsrail bile Rusya’yı eleştirmedi; yaptırımlara ise hiç katılmadı.
Ancak son 20 ayda, Rusya’nın Orta Doğu’daki itibarı ciddi şekilde sarsıldı. İsrail’in Hamas’ın 7 Ekim saldırılarına verdiği karşılık, Rusya’nın yakın ilişkiler kurduğu İran destekli “direniş ekseni”ni yok etti. Rusya’nın uzun süredir desteklediği Suriye’deki Esad rejimi çarpıcı bir biçimde çöktü. ABD ve İsrail’in İran nükleer tesislerine düzenlediği saldırılar, Rusya’nın bölgedeki en önemli müttefikini büyük ölçüde zayıflattı. Sonuçta, Moskova’nın bölgenin “güvenlik sağlayıcısı ve hamisi” yönünde algılanan itibarı paramparça oldu. Yeniden şekillenen Orta Doğu’da artık ona ihtiyaç duyulmuyor.
Moskova’nın bu başarısızlıklarının yankıları Orta Doğu’nun da ötesine geçecek. Bu durum, ister Putin’in bilinçli müdahalesizliği olsun, ister Kremlin’in yetersizliği, Çin Devlet Başkanı Şi Cinping ve Çin Komünist Partisi için uyarıcı bir ders olmalı: Kriz zamanlarında Rusya güvenilir bir müttefik olmayacaktır.
ABD açısından da Rusya’nın Orta Doğu’daki azalan etkisi derinlemesine düşünülmesi gereken bir gelişme. Yıllarca politika yapıcılar ve akademisyenler, Rusya-Çin ilişkilerinin gücünü, bu ittifakı parçalamanın mı yoksa bağımlılıklarını teşvik ederek maliyetleri artırmanın mı mantıklı olduğunu tartıştı. Ancak Moskova’nın Orta Doğu’daki son başarısızlıkları, Çin ve Rusya’nın “özel ilişkisine” dair söylemlerin arkasında gizli bir gerçeği netleştirdi: Rusya, çıkarına uygun oldukça zor zamanlarda yalnız bırakan bir “iyi gün dost”tur. ABD-Çin arasında, örneğin Tayvan konusunda bir çatışma yaşanırsa, Washington, Moskova’nın tıpkı Orta Doğu’daki müttefiklerine yaptığı gibi kenara çekilip beklemesini umabilir.
Şam’a giden yol
Sovyetler Birliği 1991’de çöktükten sonra Rusya, Orta Doğu da dâhil olmak üzere uluslararası alanda başlıca bir aktör olmaktan çıktı. Bunun yerine, demokratikleşmekte olan Rusya’yı Batı’ya entegre etmeye odaklanan Devlet Başkanı Boris Yeltsin; G7, Dünya Ticaret Örgütü ve NATO gibi Batılı kurumlara katılmayı hedefledi ve İran ile Suriye gibi ABD karşıtı otokratik rejimlerle Sovyet döneminden kalma ilişkileri sürdürmeye fazla kaynak ve çaba ayırmadı. Ülkenin içinde bulunduğu on yıllık ekonomik durgunluk da Rusya’nın bölgedeki ülkelerle ilişki kurmasını engelledi.
2000 yılında başkan seçilen Putin, yavaş yavaş Moskova’nın Orta Doğu’ya yönelik ilgisizliğine son verdi. 11 Eylül saldırılarının ardından ABD Başkanı George W. Bush’un “küresel teröre karşı savaş” stratejisini hızla benimsedi. Afganistan’daki ABD savaşına destek vermek için, Putin’in etki alanı olarak gördüğü eski Sovyet cumhuriyetlerinden Özbekistan ve Kırgızistan’da ABD’nin askeri üsler açmasına yardım etti. 2003 yılında Irak’ın işgaline karşı çıkmasına rağmen -çünkü Saddam Hüseyin Rusya ile yakın bağlara sahipti- Putin, İran’ın nükleer silah edinmesini engellemeye yönelik ortak çabalar gibi bazı konularda ABD ile iş birliğini sürdürdü. 2010 yılında Rusya, Tahran’a karşı şimdiye dek uygulanan en kapsamlı çok taraflı yaptırımları öngören BM Güvenlik Konseyi’nin 1929 sayılı kararına ABD ile birlikte oy verdi. Beş yıl sonra Rusya, ABD, Çin, Fransa, Almanya, Birleşik Krallık ve AB ile birlikte Kapsamlı Ortak Eylem Planı’nı (nükleer anlaşmayı) imzaladı. Bu dönemde, Rusya ayrıca bölgedeki çeşitli terör örgütlerine karşı ABD ile iş birliği yaptı; bu gruplardan bazıları Rusya içindeki cihatçılarla yakın bağlara sahipti.
Ama 2011’deki “Arap Baharı”, Putin’in Orta Doğu politikasında bir dönüm noktası oldu. ABD ve Avrupa’daki liderler, bölgedeki diktatörlüklerin yıkılmasını kutlarken, dönemin Rusya Başbakanı Putin protestoları farklı bir gözle değerlendirdi. ABD Başkanı Barack Obama da dâhil olmak üzere Batılı liderlerle yaptığı görüşmelerde, Arap dünyasındaki otokrasilerin çöküşünün iç savaşları tetikleyeceği, aşırılıkçıları güçlendireceği ve teröristleri cesaretlendireceği uyarısında bulundu. Hatta, Libya’nın ikinci büyük kenti Bingazi’de büyük katliamlar gerçekleştirme tehdidinde bulunan lider Muammer Kaddafi’ye karşı güç kullanımını yetkilendiren BM Güvenlik Konseyi kararında çekimser kalan halefi Devlet Başkanı Dmitriy Medvedev’i alenen eleştirdi. Putin, bu kararı “kusurlu ve hatalı” olarak nitelendirdi ve “her şeye izin verdiğini” belirterek, “Orta Çağ’daki Haçlı Seferleri çağrılarını andırdığını” söyledi.
O yıl, Rusya’da da otoriterliğe karşı büyük bir halk hareketi patlak verdi. Aralık 2011’de yüz binlerce Rus, hileli parlamento seçimlerini protesto etmek için sokaklara döküldü. Putin, Mısır, Libya, Suriye ve Tunus’taki diktatörlüklere karşı gerçekleşen devrimlerin arkasında Washington’ın olduğunu iddia ettiği gibi, kendi rejimine karşı olan bu gösterilerden de ABD’yi sorumlu tuttu. Putin’in, Obama yönetiminin doğrudan kendisine karşı eylemleri desteklediğine gerçekten inanması, Rus liderin ABD ile iş birliğini sona erdirmesine yol açtı ve bunun Orta Doğu politikasına da önemli yansımaları oldu.
Putin’in istikrara dair endişeleri, bölgedeki monarşilerle örtüşüyordu. Bu yönetimler de, rejim değişikliğinin radikal cihatçıları iktidara getirmesinden endişe ediyordu. Suudi Arabistan, Bahreyn’deki hükümet karşıtı protestoları bastırmak için askeri müdahalede bile bulundu. Putin bu fırsatı değerlendirerek, Arap dünyasındaki siyasi değişimlere ve İran ile yakınlaşmaya yönelik ABD politikalarından rahatsız olan İsrail ve Arap monarşileriyle ilişkilerini derinleştirdi. Ayrıca, 2013 yılında bir darbe yoluyla iktidara gelen Mısır’ın otokrat lideri Abdülfettah el-Sisi ile de yakın bir ilişki kurdu. Libya’da ise ABD’nin çekilmesiyle oluşan boşluğu doldurdu ve Doğu Libya’yı kontrol eden General Halife Hafter’e siyasi ve mali destek sağladı. 2018’de, Suudi muhalif gazeteci Cemal Kaşıkçı’nın öldürülmesinin ardından Batılı liderler Suudi Veliaht Prens Muhammed bin Selman’ı kınarken, Putin kamuoyu önünde kucakladı.
İsrail ve Hamas’la paralel ilişkiler
Putin’in Orta Doğu politikasındaki en çarpıcı yönlerden biri, aynı anda birçok düşman aktörle eş zamanlı ilişki kurması oldu. İsrail ve İran’la, hatta Hamas ve Hizbullah gibi İran’ın müttefikleriyle aynı anda ilişki sürdürdü. Sovyetler döneminden kalma mirası temel alan Putin, Filistinli gruplarla ilişkilerini sürdürdü; Hamas liderleri Moskova’yı defalarca ziyaret etti. 2006 yılında, Batı’nın terörist örgüt olarak tanıdığı Hamas’ın yönettiği Filistin hükümetiyle Rusya, resmi ilişkiler kuran tek dörtlü üyesi (ABD, AB, BM ve Rusya’dan oluşan Orta Doğu barış sürecinin arabulucuları) oldu. Ancak aynı zamanda İsrail ile de yakın bağlar kurdu: Bu bağların merkezinde, yaklaşık 1,3 milyon Rusça konuşan İsrail vatandaşının oluşturduğu geniş diaspora yer aldı. 2008 yılında dönemin İsrail Başbakanı Ehud Olmert, Moskova’yı ziyaret ederek iki ülke arasındaki ilişkilerin “altın çağında olduğunu” söyledi.
Moskova’nın çifte ilişkileri, 2015 yılında Suriye’deki savaşa doğrudan müdahil olduğunda daha da karmaşıklaştı. Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad, 2011’deki ayaklanmayı acımasızca bastırdıktan sonra geniş çaplı bir iç savaş başladı. Yüz binlerce kişi öldü ve milyonlarca Suriyeli yerinden edildi. İran ve Hizbullah, Esad’a destek vermek için milisler ve danışmanlar gönderdi. Batı, Esad’ın devrilmesini talep ederken ve isyancı gruplara destek verirken, Rusya da ilk başta siyasi bir çözüm çağrısı yaptı. Ancak Esad’ın devrilmesinin yaklaşmakta olduğunu fark eden Moskova, Eylül 2015’te doğrudan askeri müdahalede bulunarak Suriye savaşının seyrini kökten değiştirdi. Bu müdahale, Rusya’nın “Soğuk Savaş” sonrası ilk büyük dış askeri operasyonuydu.
Putin’in Suriye’deki hedefi sadece Esad’ı kurtarmak değildi. Aynı zamanda Rusya’yı küresel bir aktör olarak yeniden konumlandırmak, Washington’ın bölgedeki baskınlığını sorgulamak ve Batı’nın rejim değişikliği girişimlerinin maliyetli olduğunu göstermek istiyordu. Moskova’nın müdahalesi, Esad’ın iktidarını korumasını sağladı ve ona siyasi anlamda uluslararası meşruiyet kazandırdı. Aynı zamanda İran, Hizbullah ve diğer Şii milislerin bölgede daha fazla nüfuz kazanmasına da imkân verdi.
Ancak Rusya, İran ve müttefiklerinin etkisinin İsrail açısından ne kadar hassas olduğunu da bildiğinden, Tel Aviv ile yakın koordinasyon yürüttü. Putin, İsrail’in güvenlik kaygılarını anlayışla karşıladı ve Suriye’deki İran hedeflerine yönelik yüzlerce İsrail hava saldırısına sessiz kaldı. İsrailli yetkililer, bu anlayışı sürdürmek için sık sık Moskova’ya giderek Putin’le doğrudan temas kurdular. Böylece Rusya, hem İsrail’in güvenliğini riske atmadan İran’la müttefik olmayı hem de İran’ı karşısına almadan İsrail ile yakın ilişkiler kurmayı başardı.
Ukrayna’da savaş Gazze’de denge
2022’de Ukrayna’ya karşı başlattığı işgal, Putin’in dış politikasının merkezine Avrupa’yı oturttu. Ancak bu durum Orta Doğu’yu göz ardı ettiği anlamına gelmiyordu. Aksine, Moskova savaşın yarattığı jeopolitik boşlukları kullanmaya çalıştı. Batı’nın Ukrayna’ya odaklandığı bir dönemde, Rusya daha bağımsız bir arabulucu olarak konumlanmaya başladı. Özellikle Körfez ülkeleriyle olan ilişkilerini daha da derinleştirdi: Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri ve hatta Katar ile enerji, savunma ve yatırım alanlarında yeni iş birlikleri geliştirildi. OPEC+ çerçevesinde Suudi Arabistan ile birlikte petrol üretimini kısıtlama kararı alarak hem Batı’ya meydan okudu hem de savaş ekonomisini finanse etmeye çalıştı.
Ancak bu dönemde Orta Doğu’daki ittifaklar hızla değişti. Ekim 2023’te Hamas’ın İsrail’e yönelik sürpriz saldırısı ve ardından gelen geniş çaplı İsrail operasyonları, Putin’in bölgedeki denge politikasını derinden sarstı. Putin başlangıçta tarafsız kalmaya çalıştı; hem Hamas’la hem de İsrail’le ilişkiyi korumaya çabaladı. Ancak Rusya ne Hamas’a somut destek sağladı ne de İsrail’i gerçekten etkileyebilecek bir nüfuza sahip olduğunu gösterdi. Arabuluculuk önerileri, özellikle İsrail kamuoyunda ve hükümetinde ciddiye alınmadı.
Bu gelişmeler, Moskova’nın bölgedeki güvenilirliğini ciddi biçimde zedeledi. 2024’ün sonlarına doğru Suriye’deki Esad rejiminin çökmesiyle bu prestij kaybı daha da derinleşti. Rusya, on yıldan fazla süredir ayakta tutmaya çalıştığı Esad’ı savunmak için harekete geçmedi. Putin, Esad ve ailesine Rusya’da sığınma hakkı verdi ama askeri olarak hiçbir müdahalede bulunmadı. Bu pasiflik, yalnızca İran ve Hizbullah’ı değil, tüm bölgeyi şoke etti.
2025 Haziran’ında ABD ve İsrail’in İran’ın nükleer tesislerine düzenlediği saldırılar, Moskova’nın etkisizliğini bir kez daha gözler önüne serdi. İran, saldırıların ardından Moskova’dan açık destek bekledi ancak Putin yalnızca sözlü kınamalarla yetindi. Rusya, İran’ın güvenliğini savunmak bir yana, İran’a hâlâ teslim etmediği S-400 hava savunma sistemlerini bile sağlamadı. Bu durum, İran’da Rusya’ya duyulan güvenin ciddi şekilde sorgulanmasına yol açtı. Muhafazakâr İranlı yetkililer ve medya, daha önce neredeyse hiç eleştirmedikleri Moskova’yı açıkça hedef almaya başladı.
Moskova’nın yalnızlığı Pekin’e ders
Rusya’nın Orta Doğu’daki müttefiklerini kaderine terk etmesi, yalnızca bölge ülkeleri için değil, aynı zamanda Çin için de önemli bir uyarı niteliğinde. Putin’in ister bilinçli bir tercihle ister kapasite yetersizliğinden kaynaklanıyor olsun, İran, Suriye ve Hizbullah gibi ortaklarına yardım etmemesi, Pekin’deki karar alıcılar için dikkate alınması gereken bir ders taşıyor: Gerçek bir kriz anında, Rusya güvenilir bir ortak olmayabilir.
Çin Komünist Partisi lideri Şi Cinping, uzun süredir Rusya ile kurduğu stratejik ortaklığı, özellikle ABD ile olası bir çatışma senaryosunda bir tür güvenlik ağı olarak görüyordu. Tayvan üzerindeki gerilimler tırmanırken, Çin’in Rusya’dan askeri veya diplomatik destek beklentisi yüksekti. Ancak Moskova’nın Orta Doğu’daki son pasifliği bu beklentileri zayıflatıyor.
Rusya’nın İran’ı yalnız bırakması, Suriye’yi terk etmesi ve İsrail-Hamas savaşında belirgin bir taraf olmaktan kaçınması, Pekin’e net bir mesaj veriyor: Eğer ABD ile Asya’da bir çatışma yaşanırsa Rusya’nın sağlayabileceği destek büyük olasılıkla yalnızca enerji ihracatı ve bazı diplomatik açıklamalarla sınırlı kalacaktır. Askerî anlamda doğrudan bir müdahale, bugünkü tabloya bakıldığında pek olası görünmüyor.
Çin Dışişleri Bakanı Wang Yi’nin Avrupalı liderlerle yaptığı bir görüşmede “Rusya’nın, ABD’yi Ukrayna’da meşgul ettiği sürece Çin için değerli olduğu” yönündeki açıklaması bu gerçeği açıkça ortaya koyuyor. Pekin’in stratejik çıkarları açısından, Moskova yalnızca bir dikkat dağıtıcı işlevi görebilir, gerçek bir müttefik değil.
Yanlış ters strateji
Putin’in Orta Doğu’daki ortaklarına yardım etmemesi kararı, Çin kadar Amerika Birleşik Devletleri’ne de bir mesaj veriyor: Rusya, kriz anlarında güvenilebilecek bir aktör değil.
Trump yönetiminin ilk aylarında bazı analistler, Çin’i dengelemek adına Rusya’yı Pekin’den uzaklaştırmak gerektiğini savunmuştu. Bu, bir tür “ters Kissinger stratejisi”ydi: 1970’lerde ABD’nin Çin’le yakınlaşarak Sovyetler Birliği’ni dengeleme politikasının bu kez tersinin uygulanması. Ancak o dönemde de yanlış olan bu yaklaşım, bugün büsbütün bir hata olurdu.
Putin, uzun yıllardır ilişkiler geliştirdiği otoriter rejimlere bile sadık kalamayacağını gösterdi. İran gibi yakın bir müttefike dahi kriz anında hiçbir şey sunmayan bir Rusya’nın, demokratik dünyayla ortak hareket etmesi veya ABD’ye ciddi bir katkı sağlaması beklenemez. Washington, Rusya’dan Çin’e karşı anlamlı bir destek almayı beklememelidir.
Putin’in Trump’a veya başka bir ABD liderine sunabileceği şey, İran’daki müttefiklerine sunduğu kadardır: Yani hiçbir şey.
Bu nedenle, Trump’ın Putin’le nasıl bir ilişki kurmaya karar verirse versin, Moskova’yı Pekin’den koparmaya çalışma hedefini bir kenara bırakması gerekir. Bu, yalnızca zaman ve enerji kaybı olur.
Moskova’nın Orta Doğu’daki ilk stratejik başarıları, bir zamanlar Rusya’nın değerli bir jeopolitik ortak olabileceği izlenimini yaratmıştı. Ancak bu stratejinin böylesine çarpıcı biçimde çökmesi, Trump ve diğer liderler için açık bir uyarıdır: Bu stratejinin mimarıyla yakınlaşmak artık ne akıllıca ne de gereklidir.”
***
Medya Günlüğü sosyal medya hesapları: