19. yüzyıl neden Rus edebiyatının altın çağıydı?..
Aslında böyle bir soru içerisinde başka soruları ve cevapları da barındırıyor. İçerilen sorulardan biri, 20. yüzyılda yani komünist sistemin hakim olduğu dönemde Rus edebiyatı neden aynı gücünü koruyamadı sorusudur.
İçerilen cevap ise 19. yüzyılın kendisi ile ilgilidir kanımca. Çünkü 19. yüzyılın koşulları ve toplumsal ortamı buna bir açıklama getiriyor. Ama yine de yeterli bir cevap olmuyor bu.
Dolayısıyla buradan başlayacak olursak 19. yüzyıl gerçekten Rus tarihinin en ilginç, en karmaşık, en çalkantılı dönemini oluşturuyor. Bu yüzyılda, toplumun yüzleştiği önemli iktisadi sorunlar, savaşlar, sosyal sınıflar ve katmanlar arasındaki çatışmalar ve çelişkiler, modernleşme çabalarının getirdiği etkiler, farklı düşünce akımlarının ortaya çıkması, yeni siyasal sistem arayışları, özellikle soylu sınıf tarafından himaye edilen sanat ve edebiyatın bu dünyadaki insanlar tarafından hızla geliştirilmesi ve topluma mal edilmesi gibi konulardan söz edebiliriz.
Rusya’da serflik düzeni ancak 1861 yılında sona erebilmişti malum. Dolayısıyla bir yandan toprağa bağlı, son derece minimum koşullarda yaşayan, özgür olmayan insanlar, bir tarafta da varlık içerisindeki soylu kesimi görüyoruz. Yüzyılın sonlarına doğru ise özellikle St. Petersburg’da ortaya çıkan bir işçi sınıfı söz konusu oldu. Çarlık sistemi ve bürokrasisi ile Hristiyanlık ve kilisenin tutumu da başka dinamikler olarak devreye giriyordu.
Dolayısıyla Rusya’nın söz konusu toplumsal ortamı bir edebiyatçı açısından son derece önemli imkanlar ortaya çıkarıyordu.
Ancak yine de bu durum sorumuza tam yanıt vermiyor. Dolayısıyla sorunun en önemli yanıtı özellikle Puşkin, Gogol, Tolstoy ve Dostoyevski gibi büyük yazarların ortaya çıkmasıydı. Bu yazarlar son derece yetenekliydi ve çok güçlü eserler ortaya koymuşlardı.
Tolstoy bugün kimilerince dünyanın en iyi romancısı olarak görülüyor. Tolstoy başlıca iki şaheseri olan Savaş ve Barış ve Anna Karenina adlı romanlarında hayatın en derin sorularıyla boğuşuyordu.
Tolstoy, örneğin Vladimir Nabokov’un dediği gibi, Tolstoy yaşamı, çok hoşa gidecek bir biçimde, tastamam, biz insanoğlunun zaman duygusuna denk düşecek biçimde canlandırmak gibi olağanüstü bir yöntem keşfetmişti.
Dostoyevski ise, insan psikolojisinin derinliklerine indi ve seçtiği kahramanları bugün hâlâ aramızda yaşayan varlıklar olarak ölümsüzleştirdi.
Dolayısıyla 19. yüzyıl Rus edebiyatının başarısında belki de tanrı vergisi olarak özellikle bu iki büyük yazarın ortaya koyduğu yeteneğin büyük etkisi vardı. Her iki yazar da hem Avrupa romantizmi hem de gerçekçilikten derinden etkilenmiş, ancak kurguları Avrupalı yapıtlarda gördüklerinden daha karmaşık ve ölümsüz karakterler ortaya çıkarmıştı. Dostoyevski Anna Karenina hakkında şunu söylemişti:
“Edebiyatımızda böylesine güçlü düşünceleri yansıtan yapıtlarımız varsa neden zamanla kendi bilimimiz, toplumsal ve ekonomik çözümlerimiz olmasın?”
Bu büyük yazarlar eserlerinde unutulmaz bir şekilde hayata dair birçok önemli olay ve duygu ortaya çıkarıyordu: Doğum, çocukluk, ölüm, ilk aşk, evlilik, mutluluk, yalnızlık, ihanet, yoksulluk, servet, savaş ve barış gibi.
20. yüzyıl edebiyatındaki en büyük sorun özellikle Stalin döneminde Jdanov üzerinden sembolleşen sosyalist gerçekçilik ve edebiyatı sisteme hizmet eden bir araç olarak görme saplantısıydı. Yazarlar üzerine uygulanan baskı nedeniyle yaratıcılık açısından büyük bir olumsuzluk ortaya çıkıyordu.
Buna rağmen 20. yüzyıl Ahmatova, Pasternak, Bulgakov, Babel, Platonov gibi önemli yazarlar ortaya çıkarmıştı. Belki de böyle bir bakış açısı olmasaydı 19. yüzyıldan kalan geleneği sürdüren çok daha güçlü yazarlar söz konusu olabilirdi.
Dolayısıyla bu noktadan yeniden 19. yüzyıla dönersek bana hep ilginç gelen şey Çarlık sistemine rağmen, Çarlık rejiminin baskıcı uygulamalarına rağmen fikirsel anlamda çok önemli bir özgürlük alanı olmasıydı. Bu dönemde hemen herkes istediğini yazabiliyor, istediğini söyleyebiliyordu. Nitekim bu baskılara rağmen sosyalist fikirler gelişmiş ve yeni bir sisteme geçilmişti.
Sonuç olarak 19. yüzyıl Rus yazarlarını bu kadar ayırt edici kılan şeyler dönemin özel koşulları, bazı yazarların olağanüstü yetenekleri, ayrıca insanı anlatmada ortaya koydukları güç ve doğruluk ile başvurdukları gerçekçilik ve yalınlıktı.
Not: Samih Güven’in bu yazısı Medya Günlüğü’nde daha önce yayınlanmıştır.