İgor’la birlikte bir iş görüşmesine gittik. Uzun “propusk” (giriş izni) mücadelelerinden sonra iş merkezinin müracaat bölümünden ofislere çıkan asansöre bindik.
Umduğumuz gibi bir anlaşma yapabilirsek uzun süre bizi rahatlatacak iyi bir işimiz olacaktı. Asansörün aynasına bakıp üstümü başımı, kravatımı, saçımı düzeltirken “İnşallah” dedim. İgor da öğrendi artık bu sihirli dilek sözcüğünü, o da “İnşallah” dedi.
Bizi bekliyorlardı. Hemen toplantı odasına alındık.
Soğuktan gelmişiz, biraz dinlenmek istiyoruz. İçimizi ısıtacak bir bardak çay, havayı ısıtacak bir iki havadan sudan laf bekliyoruz. Ve hatta İgor, yeni duyduğu bir fıkrayı araya sokmak istiyor ama nafile.
Fırsat vermiyorlar.
Bildik Rus devuşkası (genç kız) formunda güzel, sarışın bir sekreter, kucağında dosyalarla toplantı odasına giriyor.
Sekreterin kısa, dar eteğinin altından görebildiğimiz uzun, düzgün bacakları, bluzunun dekoltesini zorlayan göğüsleri bile içimizi ısıtmaya yetmiyor.
Sekreter, hazırlanmış sözleşme dosyalarından birer adedini masaya önümüze bırakarak dağıtıyor.
Rus muhataplarımız ciddi ve disiplinli. Zaman kaybetmek istemiyorlar. Önlerinde o gün halledilmesi gereken bir yığın iş olduğunu, zaman kaybetmek istemediklerini ima eden bakışları var.
Bu normalde Ruslarla yaptığımız toplantılarda pek alışık olmadığımız bir şey. İçimden, “Bravo valla, artık Ruslar da iş hayatını hızla öğreniyorlar” diye geçiriyorum.
Ve başlıyoruz.
Sözleşme üzerinden madde, madde okuyarak ilerliyoruz.
Başlangıçta malum genel ifadeler var.
Ama sonrası!? Aman Allah’ım, ne ağır yaptırımlı maddeler. Belli ki “Ya, merak etme hallederiz” laflarıyla geçiştirilemeyecek, “Kervan yolda düzülür” denemeyecek ciddi maddeler.
Ben de, İgor da yerimizde kıvranmaya başlıyoruz. Arada birbirimize bakıyoruz.
Maddeler üzerinde konuşurken bazı bölümlerde tereddüde düşünce İgor’la bakışıyoruz. Kimseye çaktırmadan ağzımı, burnumu oynatarak düşüncemi anlatmaya çalışıyorum.
İgor, “Ne diyorsun sen yahu?” der gibilerinden şaşkın, suratıma bakıyor.
Görüşme devam ediyor.
Bakışmalar, işaretler ve İgor’un şaşkın bakışları da devam ediyor.
Sonunda bakıyorum, olacak gibi değil; “Sözleşmeyi bu haliyle orada imzalasak sonradan telafi edilemeyecek zararlarla karşılaşabileceğiz. Biz sözleşmeyi bir de avukatımıza gösterip onun da fikrini alalım” deyip, müsaade istiyoruz.
***
Dışarı çıkınca rahat bir nefes aldım. Hava soğukmuş falan, aldırdığım yok.
İgor, yolda beni haşlıyor:
“Ne öyle, maymun gibi kaş göz oynatmalar, kafayı yukarı kaldırmalar falan? Ne dediğini bir türlü anlamadım.”
İgor haklı.
Zaten derdimi tam anlatamadığım kötü bir Rusçam var, İngilizce falan karıştırıp vaziyeti idare etmeye çalışıyorum; bu sorun yetmezmiş gibi bir de başıma basit işaretlerle bile anlaşamama durumu ortaya çıkmıştı.
Anlaşılan bu tür toplantılar için işaret dilini de çalışmamız gerekiyordu.
***
Vücut dili, malum günlük hayatta kullandığımız el, kol hareketleri. Diğer insanlarla iletişim kurarken bolca kullandığımız, düşüncelerimizi, duygularımızı doğru ifade etmemize en az kurduğumuz cümleler kadar etki eden unsurların başında geliyor. Mesela ben bunu hep yapıyorum. Konuşmamı el kol hareketleriyle süslemeyi de seviyorum.
Ancak anladım ki o kadar zamandır İgor’la birlikte olmamıza rağmen birbirimizin vücut dilini öğrenememişiz.
Aslında vücut dilini öğrenmek Rusçayı öğrenmekten daha kolay ama olmamış işte.
Suat Taşpınar, “Rusya’da başarısız olmanın yolları” kitabında anlatmıştı işaret dilinin de bazen işe yaradığını:
“Mesela benim bir tanıdığım var,” diye başlayıp anlatıyordu, “Yalan olmasın, ama adam ne tarafından baksanız en az 10 yıldır Rusya’da yaşıyor. Ağzından daha üç kelimelik doğru Rusça cümle çıktığına şahit olmadım. Kurduğu en uzun cümle “İdi suda”, yani “Buraya gel”. Henüz “Ayşe ip atla” diyemiyor, çünkü üç kelime. Ama kırk yıllık Moskovalı gibi yaşıyor, hiç lisan sorunu yaşamıyor. Bir keresinde bir market alışverişine tanık oldum. Aynen şöyle: Tezgahtar kız tabii ki Rusça “Buyurun, ne istiyorsunuz?” diye soruyor. Bizimkisi arka rafta duran ay çiçek yağı şişesini parmağıyla gösteriyor ve Türkçe, “Şu yağdan bir tane versene kızım,” diyor. Kız anlamıyor, ama adamın parmağını uzattığı yere bakıyor ve ketçapı gösteriyor. Bizimki yine el hareketiyle tarif ederek, “Yok o değil, iki yanı” diyor. Kız şişeye ulaştığında “Tamam. Ver onu bi zahmet” diyor. Kız tek kelime anlamıyor ama alışveriş başarıyla sonuçlanmış oluyor.”
Benim de çok gezen, çok bilen, dünyanın pek çok ülkesinde, epeydir de Moskova’da inşaat projelerinde çalışıp, bolca şantiye tozu yutan bir arkadaşım anlatmıştı. Bizde farklı anlamlara gelen işaretler başka ülkelerde, kültürlerde başka anlamlara gelebiliyormuş.
Bilinmezse böyle durumlarda iyi bir şeyler anlatmak isterken insanın başı derde bile girebiliyormuş.
Şöyle örnekler var:
Mesela Türkiye’de, çoğu Avrupa ülkesinde ve Amerika’da onaylama, beğenme anlamına gelen “başparmak yukarı” işareti, bazı Arap ülkelerinde ve Batı Afrika’da “yürü git lan” anlamında kullanılıyormuş. Hele hele Avustralya ve Kuzey Yunanistan’da ise başparmağın aşağı yukarı sallanması kavgalara sebep olabilecek kadar kötü, İran’da ise doğrudan hakaret sayılıyormuş.
Al işte başına belayı
Başımızı aşağı yukarı sallamak bizde karşımızdakinin dediğine uymak, onaylamak anlamına geliyor. Ancak bu Amerika, Çin, Kanada, Meksika, çoğu Batı Avrupa ülkesi, Afrika ve Orta Doğu’da da böyleyken Yunanistan, Bulgaristan, Arnavutluk, Suudi Arabistan ve Sri Lanka’da başınızı aşağı yukarı salladığınızda aslında “hayır” demiş oluyorsunuz.
Başı aşağı yukarı sallamakla zıt anlam taşıyan, benim toplantıda sık sık yaptığım gibi başımızı ısrarla yukarı kaldırmak, kaşımızı da yukarı kaldırarak desteklemek, ülkemizde reddetme, “hayır” anlamı taşır. Genelde bu anlamı güçlendirmek için bir de “cık” sesiyle eşlik ederiz. Gene aynı şekilde, çoğu ülkede bu hareket “hayır” anlamı taşırken; Yunanistan, Bulgaristan, Arnavutluk’ta “evet” anlamına gelir.
Başparmak ve işaret parmağıyla yuvarlak daire yapmak hareketi ülkemizde çok da iyi anılmayan hareketlerden biri. Fazla teferruata girmeyeyim, ayıp olur. Bu hareket, hele özellikle bir erkek için kullanılıyorsa Brezilya’da ve Fransa’da da yakın ve hakaret içeren bir anlamda kullanılıyor. Amerika’daysa “her şey yolunda” anlamını taşıyor.
Daha çok örnek var, ama uzatmaya gerek yok.
Zaten İgor da toplantının stresi nedeniyle şu sıra bu konuları ciddi ciddi konuşmaya pek niyetli gözükmüyordu.
***
Neyse, toplantıdan kazasız belasız çıkmıştık
İgor, “Bak,” dedi, “İyi ki toplantıyı fazla uzatmadık, senin tuhaf hareketlerinden maazallah yanlış şeyler anlayıp hatalı bir şey de yapabilirdik.”
Bir şey söylemedim, doğru anlamında kafamı salladım (Bunu anlamıştır sanırım).
İgor, içeride fıkra anlatma fırsatı bulamamıştı ya, zavallının içinde kalmış herhalde hemen araya bir fıkra sıkıştırdı:
“Al sana yanlış anlamayla ilgili bir hikaye:
Rivayet bu ya, bir kaç yüzyıl önce Papa bütün Yahudilerin Roma’yı terk etmeleri gerektiğine karar vermiş.
Yahudiler duruma isyan etmiş. Hiç de öyle kolay kolay gitmeye niyetleri yokmuş.
Durum zora girmiş. Bunun üzerine Papa, Yahudi toplumunun önde gelenlerinden birisiyle karşılıklı dini bir müzakere yapmaları fikrini ortaya atmış. Yahudiler kazanırsa kalacaklar, Papa kazanırsa gideceklermiş.
Aslında pabuç pahalıymış. Yahudiler çaresiz kabul etmişler. Temsilci olarak aralarından Moiz’i seçmişler.
Ancak ortada önemli bir pürüz varmış: Papa’yla Moiz birbirlerinin dillerini bilmiyorlarmış.
Aynı dili konuşamadıkları için, her ne hikmetse bilinmez, tercüman yerine sadece işaret dilinin kullanılması teklif edilmiş. Papa da bunu kabul etmiş.
Müzakere günü gelmiş, iki taraf karşılıklı yerlerini almışlar ve karşılıklı olarak bir süre bakışmışlar; aynı arenadaki iki rakip gladyatör gibi kesişmişler.
Sonra Papa elini kaldırarak üç parmağını göstermiş. Buna karşılık Moiz tek parmağını kaldırmış.
Papa parmaklarını sallayarak başının etrafında çevirmiş; Moiz ise parmağıyla yeri işaret ederek oturduğu yeri göstermiş.
Papa yanındaki heybeden bir parça ekmek ve şarap çıkartınca Moiz de bir elma çıkartmış.
Bunun üzerine Papa ayağa kalkarak, “Ben pes ediyorum, helal olsun adama, vazgeçtim bu işten; Yahudiler kalabilir” demiş.
Etrafta bir şaşkınlık Kimse bir şey anlamamış olanlardan. Toplantıyı izleyenler bir Papa’ya, bir Moiz’e bakıyorlarmış.
Müzakere sonrasında kardinaller, ileri gelenler Papa’nın etrafına üşüşmüşler. Merakla Papa’ya ne olduğunu sormuşlar.
Papa:
“Ben önce üç parmağımı gösterip Kutsal Üçlüyü işaret ettim. Buna karşılık o, bana tek parmağını gösterip her iki dinin de tek tanrıyı tanıdığını söyledi.
Ben parmaklarımı sallayıp başımın etrafında çevirerek tanrının bizim etrafımızda olduğunu gösterdiğimde o da oturduğu yeri işaret ederek tanrının onların durduğu yerde de olduğunu işaret etti.
Ben kutsal ekmek ve şarap çıkartıp tanrının bizim günahlarımızı bağışladığını göstermek istediğim zaman da hemen bir elma çıkartıp bana ilk günahı hatırlattı.
Adamın her şeye bir cevabı var. Ne yapabilirdim ki?” demiş.
Bu derin dini felsefi müzakereden Papanın etrafını saranlar etkilenmişler.
Yahudiler de müzakere sonrasında, alınan sonucun verdiği coşkuyla, Moiz’in etrafını üşüşmüşler. Aslında onlar da müzakerede olup bitenlerden pek bir şey anlamamışlar.
Merakla ne oldu diye sormuşlar.
Moiz, anlatmış:
“Papa önce bana üç parmağını gösterip üç gün içinde burayı terk etmemizi istedi. Ben de ona tek parmağımı gösterip, bu işin biraz sıktığını, bir tekimizin bile buradan ayrılmayacağımızı söyledim.
Sonra Papa bütün şehrin Yahudilerden temizleneceğini söyledi. Ben de avucunuzu yalarsınız deyip, o işin öyle kolay olmadığını, parmağımla oturduğumuz yeri gösterip, hiçbir yere gitmeyip olduğumuz yerde kalacağımızı söyledim.”
Yahudiler, olan bitenden keyifli, “Sonra ne oldu?” diye heyecanla sormuşlar.
Moiz, “Valla sonrasını ben de pek anlamadım,” demiş, “Papa biraz hiddetlendi ve heybesinden öğle yemeğini çıkarttı. Bunun üzerine ben de benimkini, heybemdeki elmayı çıkarttım. Hepsi bu!” demiş…
Görsel: culture.ru