Dr. Nevin Sütlaş
Üniversiteye yeni başlamıştım. Çok pasaklı bir erkek arkadaşım vardı. “Erkek arkadaşım” derken özel bir arkadaşlıktan söz etmiyorum, arkadaşım erkekti demek istiyorum.
Maocuydu. Bembeyaz elleri vardı ama tırnaklarının içi hep simsiyahtı. Maoculardan pek hoşlanmazdım. Ondan da hoşlanmıyordum. Laf ebesinin tekiydi. Bir gün dayanamadım, ne o öyle tırnaklarının hali, pis pis dolaşıyorsun, bir de doktor olacaksın, kendine biraz çeki düzen versene, deyiverdim. Dedim ya henüz 17-18 yaşlarındaydık, lafı eğip bükmeden dümdüz konuştuğumuz demlerdeydik. Ben köylü iktidarını savunuyorum kızım, senin gibi temiz burjuva olacağıma pis olurum. Ben toprakla uğraşan pis köylülerden de tırnaklarımdan da hiç utanmıyorum, dedi. Ben aslında ona köylü dememiştim ama o öyle yansıtınca zokayı yuttum: Amaaan, senin pis köylü olmandan bana ne, ne halt edersen et, dedim. Bu kapışmanın sonrasında zorunlu haller dışında pek görüşmedik. Zamanla Mao da köylü iktidarı da hayal oldu. 40 sene sonra bir Anadolu kentinde yolumuz çakışıverdi. Uzaktan gördüm. Hala pis pasaklı görünüyordu. Ben de hiç değişmedim. Dediği gibi hâlâ küçük burjuvayım.
Anadolu’yu köşe bucak gezdim. Köy evlerinin pek çoğuna misafir oldum. Köy ve köylülerimizin pisliğini çok yakından bilirim. Ancak ömrümde ağzımdan bir daha “pis köylü” lafı çıkmamıştır. Çıkamaz çünkü ben köy ile pisliği eş tutmam. Çünkü köy gezdiğimden daha çok şehir gezdiğim için şehirlerimizin ve de şehirlilerimizin de ne kadar pis olduğunu yakından bilirim. Hele hekim olup her sınıftan insanın iç çamaşır ve bedenini yakından gören biri olarak, insanlarımızın pisliğini benden iyi bilen yoktur. İstisnalar hiç üstüne alınmasın ama pislik yaygın hastalığımızdır.
Elbette şehirlerimiz köylerden görece daha temiz çünkü şehirleri temizleyen çöpçüler var. Elbette şehirlilerimiz köylülerimizden daha temiz çünkü şehir evlerini temizleyen gündelikçiler var. Ötesi kişinin kendi temizliğine kalıyor ki o da şehirli ya da köylü olmaya değil, temizlik konusundaki aile görgüsü ve toplumsal kültüre kalıyor. O yüzden, nice bal dök yala köy evi, nice mok götüren şehir evi görmüşlüğümle, ben kimseye pis köylü diyecek biri değilim. 17 yaşımdayken de değildim. İlk ve son kez kullandığım o laf arkadaşımın ağzından bana yansımaydı. Ağzımdan çıkar çıkmaz da öyle utandım ki bir daha asla aynı hatayı yapmadım…
***
Saat akşamın beşini geçmişti. Kliniğinin giriş kapısı kilitlenmişti. Çünkü mesai saatinin bitiminden sonra temizlikçiler paspas yapıyor, o nedenle de giriş çıkışı kapatılıyordu. Zaten o saatten sonra ziyaretçi girişleri de yasaktı. Ekstradan girecek olanlar için binanın arkasındaki küçük kapı kullanılıyordu. Bu durumu yeni öğreniyordum. Çaresizce arka kapıya yönelmiştim ki pek havalı bir hanım ön kapının camına vurmaya başladı. O açtırırsa fırsattan istifade ben de girerim umuduyla durakladım. İçerde paspas yapan hademe ısrarla cama vurulunca kapıya kadar geldi. Hanımefendi ona meşhur hocamızın ziyaretçisi olduğunu söyledi. Adam da “açamam alt kapıdan gireceksiniz” dedi. Hanımefendi söyleneni duymaz gibi ısrar ettiyse de adam aldırmayarak dönüp gitti, paspas yapmaya devam etti. Kadının suratından deyim yerindeyse alevler fışkırdı. Hışımla binayı döndü, arkadaki kapı bir alt katta olduğu için sönmeyen öfkesinin hırsıyla merdivenleri de hızla tırmandı ve belli ki onu beklediği için odasından dışarı çıkmış olan hocamızla koridorda rastlaşarak kucaklaştı. Ben de zorunlu olarak arkasında olduğum için hocaya hademeyi şikâyet edişini duydum.
Saygıdeğer hocamız o kürsüde sayılı insanlardan biriydi. Kürsü kapısının 5’de kilitlenme kuralını o koymadıysa bile bilenlerden olmalıydı. Bu durumda kadını yatıştırması gerekirken, o da aynı öfkeye bürünerek koridoru aştı ve hâlâ yerleri paspaslamakta olan adama ağzını geleni söyledi. O yaşımda, o hayat tecrübesizliğime rağmen hocamın puanını orada verdim. Sonrasındaki yıllarda daha da ünlenen hocama sevgim de saygım da o anda bitti ve bir daha da geri gelmedi. O zamanlar 18 yaşındaydım.
Henüz tıp öğrenciydim ama nörolog olmaya karar vermiştim. Nöroloji kürsüsünden ve hocaların odasından eksik olmuyordum. Çünkü her muayene ettikleri hastayla birlikte tecrübe kazanacağımı biliyordum. Hocalarım da sağ olsunlar ortalıkta dolanmamdan rahatsız olmuyor, tam tersine memnun olduklarını her fırsatta dile getiriyorlardı. Ufak tefek işler vererek varlığımdan istifade ettikleri de oluyordu. Yüzüme en çok gülen hocamın tiyatroculuğumu da bildiği için “bu kız buralarda dolanacağına gidip tiyatrocu falan olsun” diye arkamdan dalga geçtiğini sonradan öğrendim. Bunu öğrendiğimde, yüzüme gülerken arkamdan dedikodumu yapmasını bir yana, beni hekimliğe yakıştıramamasını öte yana koysak da tiyatroculuğu küçümsemesini ne yana koyacağımı bilemedim. Gene de ona diğer hocama kızdığım kadar kızmadım. Çünkü hayatım boyunca bana yapılandan çok başkasına yapılanlara kızdım alındım.
Bazı insanların ikiyüzlü olduğunu zamanla öğrendim. Yüzünüze gülerken kuyunuzu kazan insanların çokluğuna şaşmamayı da öğrendim. Yaş kemale erdiğinde, kimin gerçekten güldüğünü kimin güler yüz maskesine büründüğünü ayırt etmeyi de öğrendim. Ancak bundan önemli bir şey daha öğrendim.
İnsanları yaşına, cinsiyetine, dinine, ırkına, cilt rengine, beden şekline, cüzdan kalınlığına, makamına, sosyal statüsüne göre değerlendirmemek hekimliğin temel ilkesidir. İki ulu (!) hocamızdan verdiğim örneklerin de gösterdiği gibi bütün hekimlerin bu ilkeyi gerçekten özümsediğini ne yazık ki iddia edemeyeceğim. Ayrıca bu ilke hekimlere sınırlı da olamaz, olmamalı. İnsan gibi insan olan herkesin bu kurala sıkı sıkı bağlı olası gerekir. İşte bunu çok iyi öğrendiğimi düşünüyorum.
Benim dilimde köylü, köyde yaşayan, tarım ve hayvancılık yaparak geçinen kişi demektir. Benim dilimde hademe, hastanelerin temizlik ve diğer her türden ağır işlerini yapan kişi demektir. Benim dilimde hizmetçi, başka insanlara para karşılığı hizmet eden kişi demektir. Köylü demek yerine çiftçilik yapıyor demek, hizmetçi yerine yardımcı kadın demek, kapıcı yerine apartman görevlisi demek, o insanları onurlandırmak gibi bir çabanın ürünüdür ama sahte bir çabadır bu. Kapıcı, çöpçü, bakıcı, temizlikçi ve benzeri meslek isimlerini meslek adı olarak yerli yerinde kullanmaktan kaçınanlar, bunları küçültücü sıfatlar halinde kullanmayı ise marifet sayıyorlar. Zaten anlamlarını kendi aklında ve gönlünde küçültmesen niye değiştirip yerine başka bir isim kullanasın ki.
Benim insanlık terazimde soyun sopun da, paranın pulun da, eğitimin mesleğin de önünde gelen tek bir kriter vardır. Bir insanın diğer insanlara nasıl davrandığı. Hanımefendinin eskilerini hizmetçisine vermesi, beyefendinin başarılı (!) öğrencilere burs vermesi falan da değildir başkalarına davranıştan kastım. Bir insanın kendinden aşağı (!) gördüğünü, arkasından ettiği lafla bile olsa aşağılaması, kendinden üstün gördüğünü de yağlayıp ballaması, onun insanlaşma aşamasının su yüzüne vurmuş halidir. İnsanlaşma aşamasını başarmış olanlar, hangi sosyal seviyede olduğuna bakmaksızın herkese hak ettiği saygıyla hatta sevgiyle yaklaşır. Bir ayrım yapacaklarsa da, ağzında gümüş kaşıkla doğana ya da çalıp çırpıp kesesini kalınlaştırana değil, kendi emeğiyle kendi çabasıyla var olabilene pozitif ayrımcılık yaparlar. Öyle insanlar ne altta gördüklerini aşağılar ne de üstte gördüklerine yaltaklanırlar. Ne yazık ki mumla arasan bulunamayacak kadar azlar.
O yüzden tırnakları pislik dolu da olsa manikür pedikürlü de olsa, birisi başka birinin ardından küçümseyici bir sıfat kullanıyorsa, özellikle de bunu köylü, kapıcı, hizmetçi, amele falan filan gibi kendi statüsünün ondan yukarda olduğunu belirtecek bir isimlendirmeyle yapıyorsa, benim terazimin kefesini havalandırıveriyor. Yenilerde değil yeni yetmeliğimden beri böyle düşünüyorum.
Ancak yaş kemale erdi dedim ya, artık benim de köşelerim törpülendi; onlara da eskisi kadar kızamıyorum. Çünkü biliyorum ki başkalarını aşağılayanlar, aslında kendi aşağılık komplekslerini yenememiş olanlardır.
Yazık, onlara.
Çok yazık, insanlığa.
Görsel: Salvador Dali’nin “Galacidalacidesoxyribonucleicacid” tablosu.