Geçenlerde bir filmde gözüme ilişti. Kanepede boylu boyunca uzanan biri belli ki çok yorulmuş, ayaklarını kanepenin kolçağının üzerine uzatmış.
Yorgun ayaklarını bedeninden daha yukarıya kaldırarak bence çok doğru bir şey yapmış. Ancak onun için çok normal görünen bir başka şey bana battı. Ayakkabılarını çıkarmamıştı. Yahu birazdan oraya kafanı hatta yüzünü dayayacaksın, bu ne pisliktir kardeşim?
Batılı toplumlarda eve ayakkabıyla girmek normal. “Sokağın pisliği evin içine sokulur mu hiç” diye düşünen bizleri delirtse de hiçbiri de sokaktan eve ayakkabı tabanında taşınan pislik yüzünden ölmüyor…
Ayakkabıyı yürümek için icat etmişiz. Böylece ayak tabanlarımızın zeminle ilişkisine sınır koyabilmemiz belki de insanlığın bütün dünyayı işgal etmesinde en önemli adımdır. Çıplak ayakla yol almanın zorluğu ortada, o yüzden ayağı bir kabın içine sokmak medeniyetin ilk aşaması olmalı…
Ayak-kabını ayağımıza geçirmişiz tamam da nerede çıkaracağız konusuna geri dönelim. Anlaşılır ve kabul edilebilir gibi değil ama Avrupalı ve Amerikalılar yataklarının kenarında çıkarıyor ve orada giyiyor. Öyle olmalı çünkü ayakkabı dolapları yatak odalarında. Kendisine Avrupalı denmesini isteyen ama bal gibi de Asyalı olan bizler ise evin kapısının dışında çıkarıyoruz. Bırak yatak odasını, evin kapı eşiğinden içeri girmesini bile kabullenemiyoruz. Ancak apartmanların merdiven boşlukları ayakkabı mezarlığına döndüğü için de aşağılanıyoruz…
Kapının dışında ayakkabı çıkarmayı köylülük sayanlar, ev kapısının iç tarafında küçük bir alanı ayakkabıya ayırıp ayakkabı dolabını da oraya koyuyor. Şehirli olmayı Avrupalı olma noktasına eriştirenler ise evlerine ayakkabıyla giriliyor olmasıyla çaktırmadan övünüyorlar. Hangisi doğru diye düşünmemek elde değil ama benim derdim bu farklılığın nedeninde.
Apartman ortak alanını ayakkabılar için kullanmaktan başlamışken apartman penceresinden hali silkelemeye atlıyor aklım. Masa örtüsünün kırıntısı ya da sehpa örtüsünün tozundan başlayıp halıyı kilimi camdan aşağı sallandırmanın yaygınlığının nedeninde.
Japonlar hariç düşünürsek, evine asla ayakkabıyla girmeyen toplumların apartman boşlukları, sokakları, meydanları, neden neredeyse yatağına kadar ayakkabıyla dalanlarınkinden bin kat daha pis? Yanlış anlamayın, Batılılar sokaklarının temizliğine güvendikleri için içeri ayakkabıyla giriyorlar demek istemiyorum, bunun gerçeklik payı olsa bile. Benim sorum bambaşka. Onların ortak alanlarına gösterdiği özenin nedenine takıldım ben…
Bilinir ki hayvanlar kendi hâkimiyet alanlarını işeyerek bile olsa mutlaka işaretlerler. “Burası benimdir başkasının değil” anlamına gelen bu sınırı da kavga döğüş pahasına korurlar. İnsanlar da aynısını yapmıyor mu?
Örgütlü bir hayvan olarak tanımlanan insan da sınırlar çiziyor, bunun için kavga ediyor hatta “benim yurdum” dediği belirlenmiş alanlar için ölümlerden ölüm beğenerek direniyor.
Örgütlenebilmemizden kaynaklanan toplumsal hâkimiyet alanlarımızı gümrükçüler ve sınır askerleri/polisleri korurken, bireysel olarak korumaya çalıştığımız kişisel hâkimiyet alanlarımıza ise ev diyoruz. Ev adıyla çerçevelediğimiz alanın Türklüğün komünal dönemindeki çadır formunun adının “yurt” oluşu da ilginç değil mi?
Öyle ya da böyle, kendi yaşam alanımızı belirliyor ve sınırlarımızı net bir şekilde çiziyoruz. Evimizin dört duvarının içi bizim alanımızdır. Orayı temizlerken çıkan pisliği de dışarı atıyoruz. Camdan silkelerken ötekinin hâkimiyet alanına girmemiz önem taşımıyor. Kapının dışına ayakkabı bırakırken aldırmadığımız gibi. Çöpümüzü sokağa fırlatırken aldırmadığımız gibi. Şehrin meydanların pisliğinden kendimizi sorumlu tutmadığımız gibi. Orası bizim evimiz değil ki. O nedenledir ki en temiz evlerin olduğu yerleşimlerle en pis sokakların olduğu yerleşimler aynı yerler…
Ayakkabı bizim hâkimiyet alanımız “dışına” ait bir şeydir o yüzden bizim alanımıza giremez…
Örgütlü hayvanız denmişse de hepimizin toplumsal bilinci gelişkin değil ki bencillik sularında yüzüp duruyoruz. Belki de ayak-kaplarımız yaşam alanlarımıza girebiliyor olsaydı onun gittiği her yer de bizim kendi alanımız olurdu, tıpkı eski zamanlarda olduğu gibi. O zaman evin kirli sularını köyün deresine boşaltmaz, çöpümüzü görmediği taraftan komşunun bahçesine atmaz, camdan aşağı tozumuzu fışkırtmazdık. Bunlar varsayım elbette ama kanıtı meydanlarımız…
Doğu’da ulaşılması zor bir yerleşimde irkilerek gördüğümün üzerinden 40 yıl geçti, hâlâ unutmam. Muhteşem desenli el işi kilimlerle yerleri kaplı evlerden oluşan bir mezrada hiç tuvalet yoktu ve evlerin hemen yakınından akan minik derecikler insan pisliklerini taşıyordu. O sanat eseri kilimleri heybeleri çorapları dokuyan insan kardeşlerim bedensel atıklarını çıkarmak için evlerinden uzaklaşmayı düşünmüyor ve çocukları o lağım derelerinde oynarken gocunmuyorlardı. Benzer pisliğin Hindistan dâhil pek çok Asya ülkesinin gerçeği olduğunu bizzat görmedikse de ben de biliyorum siz de…
Bu konuyu Doğu-Batı ekseninde dile getirmek de hiç doğru değil. Avrupalıların dışkıladıkları kapları camlarından dışarı savurmalarının üzerinden iki yüz sene bile geçmedi. Onu bırak, çöplerini paketleyip bizim gibi ülkelere sepetlemeleri hâlâ capcanlı gerçekler. Ancak para veriyor diye elin çöpünü alarak kendi yurdunda yakıp toprağını- havasını-suyunu zehirleyenler de bizzat bizimkiler olunca genellemeler de anlamını yitiriyor elbette.
Sonuçta geçmişte ya da günümüzde, Doğu’da ya da Batı’da olsun, pisliğini kendi alanının hemen dışına savurana barbar, pisleteceği alanı kendininkinden uzak tutana da uygar deniyor. Özetle uygar sayılanlar ortak yaşam alanlarını da kendilerinin hâkimiyet alanı sayıyor ve içine etmiyorlar.
Bence uygarla barbar arasında çok da fark yok. Sadece biri daha dar bir alanı “benim” diye sahiplenirken diğeri daha geniş bir alanı “bizim” diye sahiplenip kirletmekten kaçınıyor. O yüzden de en uygar dediğimiz tertemiz şehirli biri, benim yurduma geldiğinde benim rahatça pislettiğim sokağımı daha da pisletmekte beis görmüyor. Komşunun balkonuna tozunu silkeleyen taze şehirliden ne farkı var ki İstanbul’a gelince çöpünü sokaklara atmakta duraksamayan bir Fin’in…
Bir de Japonlar gibi her iki grubun dışında olanlar var ki onların farkını eğitim yaratıyor. Onlar ne kendi alanlarını ne de başkasınınkini kirletiyor. Üstelik başkalarının kirlettiğini temizlemekten de gocunmuyorlar. Ancak hepsi mi öyle yoksa bize mi o yüzleri gösteriliyor, ondan da emin değilim.
İster barbar sayılalım ister uygar, öğrenmemiz gereken bir gerçek var: Ben havuzun bu tarafına işedim öte tarafı temiz kaldı sanmak salaklıktır. Çünkü temizlik konuşuyorsak sınırlar palavradır. Kapının önü de içi de birdir. Duvarın/gümrüğün ötesi de berisi de bizimdir.
Doğa sınır bilmez. Yaktığın çöpün o pis dumanını rüzgâr alır getirir ciğerinin en derinine eker. Köyün deresine akıttığın lağım nehirleri denizleri dolanır gelir karaciğerine çöreklenir. Üç beş meyve fazla versin diye ağaca fışkırttığın zehir sadece o meyveyi yiyeni zehirlemez, yıkanır akar toprağa, taaa okyanuslara kutuplara ulaşır, sonra gelir minicik bebenin kanseri oluverir…
Dünya tektir. Dünyayı zehirleyen onlar bunlar değil biz hepimiziz. Dünyayı tümden kirletmekte öyle hızlı yol aldık ki artık bizi Mars bile kurtaramaz.
Havası suyu ve toprağı ile dünyayı elbirliğiyle pisletmişken, kimin evinin ya da kimin yurdunun daha temiz olduğunun hiçbir önemi olamaz. O yüzden ayakkabını nerede çıkardığının da önemi yok. Biz temiziz, taharet biliriz, ayakkabıyla eve girmeyiz falan demelerimiz lafügüzaf. Camide ayakkabımız çalınmasın diyen önümüze koyup secde etsek de o ayakkabılarımız sayesinde erişebildiğimiz her yere bulaştırdığımız cüruf paçalarımızdan akıyor.
İnsan, ister temiz terlikli ister pis ayakkabılı olsun, sayesinde yaşadığı doğa için bir nebze bilinç geliştirebilse, geri dönüş gene de mümkün olabilir. Sorun nasıl bizdense umut da gene bizde, ötekinde değil kendimizde…
Görsel: tr.euronews.com