Oval Ofis’te çekilen bir kare, günümüz dünyasının işleyişini anlamak için fazlasıyla yeterli.
Masanın etrafına dizilmiş liderler, dikkatle birini dinliyor ya da söylenecekleri bekliyor. Kimi ciddi, kimi gergin, kimi de yalnızca sembolik bir rol üstlenmiş gibi görünüyor. Karede ABD Başkanı görünmese de, mekânın düzeni ve oturanların konumlanışı otoritenin kimde olduğunu açıkça ortaya koyuyor. Bu görüntü, 21. yüzyıl kolonyalizminin (sömürgecilik) en yalın, ama aynı zamanda en ironik anlatımıdır. Çünkü emperyalizm artık işgal sahnelerinden çok, böyle diplomatik mizansenler üzerinden okunuyor.
Emperyalizm, tarih boyunca kendini masallarla süsleyerek meşrulaştırdı. Geçmişte bu masallar “medeniyet götürmek”, “barış sağlamak” ya da “vahşilere düzen getirmek” biçiminde dile getirilirdi. Günümüzdeyse daha modern kavramlar tercih ediliyor: demokrasi, insan hakları, yeşil dönüşüm, dijital vatandaşlık. Sömürü ve tahakküm hiç değişmedi, yalnızca ambalaj yenilendi. Basına servis edilen fotoğraflar, diplomasi toplantıları ve özgürlük söylemleri, eski düzeni gizlemek için kullanılan maskelerden ibaret. Oval Ofis’te çekilen kare de bu maskenin güncel bir örneği: eşitler arası bir dayanışma gibi sunulsa da, aslında hiyerarşinin yeniden sahnelenmesinden başka bir şey değil.
ABD emperyalizminin doğrudan ve dolaylı zararlarını görmek için yakın tarihe bakmak yeterli. Irak işgali bunun en çarpıcı örneklerinden biridir. Demokrasi ve özgürlük söylemleriyle başlatılan müdahale, ülkeyi onlarca yıl sürecek çatışmalara, ekonomik yıkıma ve mezhep savaşlarına sürükledi. Bir toplumun altyapısı yok edildi, eğitim sistemi aksadı, sağlık hizmetleri çöktü. Bugün Irak’ta doğan çocukların çoğu, krizlerle şekillenmiş bir hayatın içine gözlerini açıyor. Bu yalnızca “geçici bir kaos” değil; halkın geleceğinin ipotek altına alınması demektir.
Afganistan benzer bir hikâyeye sahiptir. Kadın hakları ve özgürlük adına başlatılan operasyonlar, milyonları yoksulluk ve göçle karşı karşıya bıraktı. Yirmi yıl süren müdahalelerin ardından geriye çökmüş bir ekonomi, parçalanmış bir toplum ve derin bir belirsizlik kaldı. Afganistan’ın gençleri, gelecek kurmak yerine geçmişin enkazıyla uğraşmak zorunda bırakıldı. Bu, emperyalizmin en ağır sonucunu ortaya koyuyor: yalnızca bugünü değil, halkların yarınını da çalmak.
Latin Amerika, ABD emperyalizminin dolaylı ama kalıcı etkilerinin bir laboratuvarı gibidir. 20. yüzyıl boyunca “komünizm tehlikesi” masalıyla sayısız darbeye destek verildi, seçimler manipüle edildi, halkların iradesi gasp edildi. Şili’de 1973’te Allende hükümetinin devrilmesi yalnızca bir siyasi kriz değil, ülkenin onlarca yıl boyunca otoriter rejim, neoliberal politikalar ve toplumsal yarılmalarla yaşamak zorunda bırakılması anlamına geldi. Guatemala’dan Arjantin’e, Nikaragua’dan Brezilya’ya kadar birçok ülke, benzer senaryoların tekrarlandığı sahnelere dönüştü. Bugün dahi bu toplumlar, darbelerin yarattığı travmaların gölgesinde yaşıyor.
Afrika kıtası ise emperyalizmin ekonomik ve yapısal sömürüsünün en çıplak biçimde yaşandığı coğrafyadır. Kalkınma kredileri ve uluslararası finans kuruluşlarının “yardım” adı altında verdiği borçlar, kıtayı sürekli bir borç döngüsüne mahkûm etti. Zengin madenler, petrol ve doğal gaz rezervleri çok uluslu şirketlerce çıkarılırken, halklar sefalet içinde bırakıldı. Nijerya’dan Demokratik Kongo Cumhuriyeti’ne, Sudan’dan Mozambik’e kadar birçok ülke, doğal kaynaklarının bolluğuyla değil, krizleri ve yoksulluğuyla anılır hale geldi. Bu tablo, emperyalizmin temel mantığını gözler önüne seriyor: sömürü yalnızca kaynakların gaspı değil, aynı zamanda halkların zamanının dondurulmasıdır. Çünkü bu toplumlar geleceğe yönelik plan yapamaz, sürekli krizlerle yaşamaya zorlanır.
Emperyalizmin en sinsi yanı, sömürülen ülkelerin yalnızca bugünkü kaynaklarını değil, aynı zamanda geleceklerini de kaybetmesidir. Eğitim kuşaklar boyunca aksar, sağlık sistemleri çöker, altyapılar tekrar tekrar yıkılıp yapılır. Halkların enerjisi, yeni bir gelecek kurmak yerine hayatta kalmaya yönlendirilir. Bu yüzden emperyalizm yalnızca serveti değil, zamanı da gasp eder. Yılları, on yılları, hatta nesilleri karanlıkta bırakır. En ağır sonucu da budur: yoksulluk ya da işgal değil, gelecek tahayyülünün yok edilmesi.
Oval Ofis’te çekilen kare bu sürekliliği simgeler. Bir zamanlar sömürge valileri imparatorların huzurunda hizaya girerdi; bugün devlet başkanları Oval Ofis masasında aynı rolü oynuyor. Dekor değişmiş, gerekçeler modernleşmiş ama düzen aynı kalmış. Ciddi yüz ifadeleriyle süslenen bu sahne aslında komik bir yan taşır: halkları karanlığa mahkûm eden düzen hâlâ demokrasi ve özgürlük masallarıyla pazarlanıyor. Bu ironik durum, emperyalizmin kendi komedisidir. Ancak bu komedi, sömürülen halklar için trajediden başka bir şey değildir.
Medya bu düzenin yalnızca tamamlayıcı unsurudur. Olayları anlık “insani dramlar” olarak gösterir, sonra hızla unutturur. On yıllara yayılan sömürü ve karanlık görünmez hale gelir. Oval Ofis mizanseni “tarihi an” diye servis edilir, ama aslında tarihin tekerrürünü ve tahakkümün sürekliliğini gösterir.
ABD emperyalizmi, kaba işgallerin değil, incelikle tasarlanmış görüntülerin çağında yaşıyor olabilir. Ama sonuç değişmedi: halkların kaynakları sömürülüyor, hayatları karartılıyor ve toplumlar on yıllarca sürecek krizlere mahkûm ediliyor. Oval Ofis’teki masa, bütün bir dünya düzeninin simgesidir. O masada oturanlar eşit değildir; biri masanın sahibidir, diğerleri figüran. Ve orada alınan kararlar, milyonların hayatını ve geleceğini belirler.
21.yüzyıl kolonyalizmi işte böyle bir düzen kuruyor. Halkların zamanı donduruluyor, gelecekleri çalınıyor, hayatları karartılıyor. Tüm bunlar hâlâ masallar eşliğinde meşrulaştırılıyor. Oval Ofis mizanseni, emperyalizmin güncel yüzünü ortaya koyuyor: ciddiyet maskesi altında trajediyi komediye dönüştüren bir tahakküm düzeni. Ancak maskenin ardındaki çıplak gerçeği görmek zor değil: emperyalizm, bugün de halkların karanlığa mahkûm edilmesinden besleniyor.
Fotoğraf: Beyaz Saray X hesabı
***
Medya Günlüğü sosyal medya hesapları: