Bir Osmanlı hayranlığı almış yürümüşken, Ayasofya’nın cami halleri bilinmezken, 19. yüzyıl sonlarında acaba İstanbul nasıldı diyerek seyyahlara bakmak gerek diye düşündüm.
Ünlü Tom Sawyer kitabı ve bir çok eseriyle ABD’nin “1 numaralı” ve belki de Amerikan edebiyatının öncülerinden kabul edilen yazar Mark Twain (asıl adı Samuel L.Clemenes; 1835-1910), 1867 yılında bir Amerikan gazetesi adına Akdeniz gemi seyahatine katılır. Fransa, İtalya Yunanistan, Türkiye ve o zamanki Filistin’i (kutsal topraklar) içeren bu seyahati ”The Innocents Abroad or The New Pilgrim’s Progress” adıyla 1869 yılında yayınlar ve kitap 70.000 satışla dönemine damga vurur. Türkçe adı internette her nasılsa ”Saflar Yabancı Ülkede” diye geçen kitabın Türkçe çevirisi, baskısı, tüm aramama rağmen sanırım yok. Muhtemelen sansüre uğramış olabilir. (Türkçeye çevrilmiş ve basılmış kitabı bilen varsa bir not iletmesini rica ederim)
İnternette, Virginia Üniversitesi kütüphanesinde o dönem İstanbul resimleriyle birlikte tam kopyası bulunan (linki yazının sonunda) kitabın 33. ve 34. bölümde yer alan 20-30 sayfalık İstanbul kısmından özetleri sunmak ve 1867 yılı İstanbul’unu Mark Twain bakışıyla göstermek yararlı olacaktır. Twain’in genel tarzındaki mizahi yaklaşımlarıyla da ünlenen bu kitap, Türkçe olarak mutlaka piyasaya da sunulmalıdır, eğer yok ise…
Saraydaki ihtişamın yanında, halkın sokaklardaki hali, Ayasofya’nın cami manzaraları bundan daha iyi anlatılamaz! Mark Twain’in bir Lord Byron gibi Türk düşmanlığı olmadığı ve salt gözlemlerini biraz mizah ile anlattığı bu eser, son dönem Osmanlı İstanbul’unu bence objektif yansıtmaktadır. Buyurunuz:
“… Cüce görmek istyorsanız- yani sadece meraktan bir kaç tane- Cenova’ya gidin… Toptan satın almak istiyorsanız, Milano’ya gidin… Tüm İtalya’da epey cüce vardır fakat Milano’dakiler bana biraz lüks gözüktü… Daha orta düzey eciş bücüş türler için Napoli’ye veya tüm Roma eyaletlerine gidin… Ancak, tüm canavar ve eciş bücüş insan türlerini bir arada görmek için bunların evine, kalbine, direk Konstantinopol’e gidin…
Napoli’deki, koca ayağının ucunda korkunç tek parmağı ve şekilsiz bir tırnağı olan bir dilenci, servet sahibidir… fakat böyle bir gösteri, Konstantinopol’de hiç dikkat çekmeyecektir… Dilenci açlıktan sürünecektir. Bu tür bir gösteri, Haliç ve İstanbul sokaklarındaki nadir canavarların deforme gösterileri yanında hiç dikkat çekmeyecektir.
Mesela 3 bacaklı kadınla ve gözü yanağında olan adamla nasıl rekabet edecektir? Bileğinden parmakları çıkan adamın karşısında nasıl yüzü kızaracaktır? Her elinde 7 parmak, üst dudağı, alt çenesi olmayan cüce, karşısına çıkınca nereye saklanacaktır? Avrupa’nın sakatları sadece bir sahtekarlık veya yanılsamadır… Gerçekleri sadece Pera ve İstanbul sokaklarındadır…
En etkili efektle köprüde yatan 3 bacaklı kadının, 1 normal bacağı yanında, uzun ince, bükülmüş olarak diğer ikisinden uzanan ayakları sanki bir başkasının ön kolu gibi durmakta… Sonra bir başka gözleri olmayan , akan bir lav gibi kat kat, kırış kırış, yanmış biftek rengindeki yüzlü, burnu elmacık kemiklerinden çıkan adam…
Stambul’da, müthiş kafalı, ender görülen uzun boyda, 20 cm.den kısa bacaklı ve kar ayakkabısı gibi ayaklarıyla bir adam vardı. Elleri ve ayakları üzerinde yürürken, sanki Rodos Heykelini üstünde taşıyordu. Ve evet, bir dilencinin Konstantinopol’de hayatını kazanması için, çok fazla özellikleri olması gerekli… Koltuk değnekli sakat bir asker tek kuruş kazanamazken, maden patlamasında havaya uçmuş gibi mavi yüzlü adam bir sahte rütbe taşır. İnsanların ona sempati veya merhamet gösterebilmeleri için, ya kafasında bir parçanın eksik olması lazım ya da heybe kadar büyük bir çıbanı!’’…
Bu satırların İngilizcesini vermek isterim. Çünkü orijinal yazıda hem Stamboul hem de Constantinople kullanımını bu cümlede görmek gerek. Diğer yandan İngilizce bilenler tercüme hatalarım varsa düzeltebilir, bilmeyenler de prova yapabilir:))
“…In Stamboul was a man with aprodigious head, an uncommonly long body, legs eight inches long and feet like snow-shoes. He traveled on those feet and his hands, and was as sway-backed as if the Colossus of Rhodes had been riding him. Ah, a beggar has to have exceedingly good points to make a living in Constantinople. A blue-faced man, who had nothing to offer except that he had been blown up in a mine, would be regarded as a rank impostor, and a mere damaged soldier on crutches would never make a cent. It would pay him to get a piece of his head taken off, and cultivate a wen like a carpet sack.”
Şimdi gelelim Ayasofya‘ya… Buyurun:
“… Ayasofya Camisi, Konstantipol’ün Arslan Kralıdır. İlk iş olarak bir ferman almanız lazım. Biz bir ferman almadık ama onun yerine 4 veya 5 frank ödedik tanesine!
Ayasofya için fazla bir şey düşünemeyeceğim. Sanırım takdir duygum eksik. Bir Pagan tapınağındaki paslı bir eski ahır gibi. Sanırım gösterilen tüm ilgi, bir Hristiyan kilisesi olarak inşa edildikten sonra, fazla değiştirilmeden camiye çevrilmesinden kaynaklanıyor. Çizmelerimi çıkarıp içeri girdiğimde, çıplak ayaklarımla soğuk aldım, her yerim sakız gibi toz ve çamura bulandı ve sanki akşam çizmelerimi çıkarırken iki bin tane çizme giymiş gibi hissettim…
Ayasofya, devasa bir kilise 1300, 1400 yıllık… Muazzam kubbesinin St.Peter’dan daha muhteşem olduğu söylense de, kirinin, kubbeden daha muhteşem olduğu pek konuşulmuyor. Kilisenin 170 sütununun her biri çeşitli pahalı mermerlerden oluşmakta ve Baalbek, Heliopolis, Atina ve Efes’ten gelmişse de, hepsi hırpalanmış, çirkin ve itici.
(Yazar, Ayasofya ile ilgili daha itici bazı cümlelerden sonra bir Mevlevi Sema ayinini izlemiş, Sultan Mahmut Türbesine, Yerebatan Sarnıcına ve Kapalıçarşı’ya ve Kadın Pazarına gitmiş… Buralardan sadece bazı ilginç cümleleri aktarmak yeterli olacaktır!)
‘’… Sema ayininden sonra, hasta insanlar geldi ve yerlere yattılar, kadınlar da hasta, sakat çocuklarını yanlarına yatırdılar. Dervişlerin başı, bunların vücutları üzerinde yürümeye başladı. Onların hastalıklarını, göğüslerine, sırtlarına, enselerine basarak iyileştirmek amacındaydı.
Konstantinopol’de, Çerkez ve Gürcü kızları ailelerince satılmakta ama artık açıkta değil. Okuduğumuz o ünlü köle pazarları artık yok. Sergi ve satışlar artık özelmiş.
Şu anda fiyatlar oldukça yüksek ancak 2-3 yıl önce, açlıktan sürünen aileler, kendilerini ve kızlarını kurtarmak için 20-30 dolarlara kızları satmaktaymış.
Ticari ahlak tamamen kötü, herkes yalancı ve dolandırıcı… Gelen yabancılar dahi, hemen ülkenin koşullarına uyup bir Yunanlı (Greek) gibi yalancı ve dolandırıcı olmakta. Özellikle Yunanlı (Greek) dedim çünkü, Yunanlılar bu konuda en önde geliyorlar. Konstatinopol’da yerleşik çeşitli Amerikalılardan duyduğuma göre Türkler çok daha güvenilir ama Yunanlıların (Greeks) hiçbir etik değeri olmadığını belirtmekteler.
Konstantinopol’ün köpekleri ise yeterince anlatılmamakta. Sokakları, takımlar, müfrezeler halinde bloke edecek kalınlıkta, her istediklerini almakta ve gece çevreye her türlü ürkütücü sesleri çıkartmaktalar. Bütün sokaklar, şehrin her yerinde köpeklerle dolu. Hepsinin kendi bölgesi var ve otelimi bile onlara bakarak bulmaktayım.
Türkler, hayvanların canını almıyorlar ama bağlıyorlar, tekmeliyorlar, taşlıyorlar ve sefalet içinde yaşamaya bırakıyorlar. Sultanın biri, tüm köpekleri öldürmeye karar verir ama çıkan itirazlarla bunların hepsini bir gemiye doldurup Marmara’da bir adaya gönderir. Ancak her nasılsa köpekler adaya varmaz ve gece karanlığında tekneden düşüp yerlerine dönerler ve bu nakliyat planı da halkın itirazlarıyla uygulanamaz bir daha.”