Yıllar önce, Türk Edebiyatı Vakfının Sultanahmet’teki merkezinde bulunduğum bir sırada, Gönen Belediye Başkanı ile heyeti gelmişti.
Rahmetli Ahmet Kabaklı Hocamız da oradaydı. Heyet, İstanbul’a, Türk Edebiyatı Vakfı ile birlikte düzenlemek istedikleri Ömer Seyfettin Hikâye Yarışması hakkında görüşmek üzere gelmişlerdi. Kabaklı hocamız böyle bir çalışmayı yapmaktan büyük bir mutluluk duyacaklarını ifade etti. Bu arada ben heyetin Ömer Seyfettin’in mezarını bilip bilmediklerini, onu ziyaret edip etmediklerini sordum. Başta belediye başkanı olmak üzere benim bu sorumu hem büyük bir şaşkınlık hem de büyük bir mutlulukla karşılamışlardı. Bunun hiç akıllarına gelmediğini ve mezarıyla ilgili bilgilerinin de olmadığını söylediklerinde, isterlerse kendilerini onun mezarının bulunduğu Zincirlikuyu Mezarlığı’na götürebileceğimi söyledim. Çok memnun oldular.
Bunun üzerine hep birlikte Ömer Seyfettin’in mezarına gidip dualarımızı aziz ruhuna hediye eyledik. Daha sonra Taksim’de, bugün yıkılan ve şimdi yerine yeniden bir kültür merkezi inşa edilen Atatürk Kültür Merkezi’ne Ömer Seyfettin Hikâye Yarışması Ödül Töreni’ne gitmiştim. Davetliler arasında Ömer Seyfettin’in kızının da olduğunu görünce çok şaşırmıştım doğrusu. Hayatta olduğunu bilmiyordum. Tören sonunda yanına gidip kendisi ile tanıştım. Bana telefon numarasını ve adresini verip evine davet etti. Çok memnun olmuştum. Ancak şimdi hatırlayamadığım sebeplerden Güner Hanım’a ziyarete gidememiş ve ertesi yıl onunla ödül töreninde yine karşılaşmıştık. Beni görünce hemen tanımış ve tatlı bir sitemle “Hani bana gelecektin, gelmedin.” dediğinde epeyce utanmıştım. Bugün dahi o ihmalim yüzünden kendimi affedemem. Türk edebiyatının değerli kalemlerinden Ömer Seyfettin’in kızı Hatice Fahire Güner Elgen, resmî kayıtlara göre 22 Aralık 1917’de doğmuştur. Ona “Güner” adının verilişini Tahir Alangu kitabında şöyle anlatmaktadır:
“6 Aralık 1916’da, Çanakkale Savaşları’nın en sıkışık günlerinde, biricik çocuğu, kızı ‘Güner’ dünyaya geldi. Arkadaşı Aka Gündüz, bu kızın doğumu üzerine bana şunları anlatmıştı: ‘…Ben o sıralarda Konya taraflarındaydım. Bir mektup yazdı: Bir kızım oldu. Güttüğümüz ideale uygun bir isim arıyorum. Diyordu. O sırada elimde ‘Kitâb al-idrâk’ vardı. Onunla meşgûl oluyordum. Orada ‘Güneri’ diye bir kelime gördüm. Güneşin yapraklar arasından sızıp yere vurmasına diyorlarmış. İ harfini çıkardım ‘Güner’ kaldı. Kadınlara ilk Türkçe isim budur. Ondan sonra yayıldı…”
Güner Hanım’dan hemen bir randevu alarak ertesi hafta video kameramı, fotoğraf makinemi ve ses kayıt cihazımı da alarak evine gittim. Zaten ilk karşılaşmamızda da onun ne kadar candan ve sıcakkanlı biri olduğunu anlamıştım. Beni çok sıcak karşılamış ve onunla geçirdiğim tatlı sohbetin tadına doyamamıştım. Onunla dostluğumuz ve kendini ziyaretlerim vefatına kadar devam etti.
O sadece insanlarla değil hayvanlarla da çok iyi dosttu. Atlar, köpekler ve kediler onun en büyük dostlarıydı. Güner Hanım hayvan sevgisi konusunda da tam olarak babası Ömer Seyfettin’e benzemekteydi. Zira Tahir Alangu, Ömer Seyfeddin: Ülkücü Bir Yazarın Romanı adlı eserinde, onun, adı Koton ve Radiska olarak geçen köpeğinden bahsederek; “Ömer Seyfeddin’in, hayvanları, hepsinden çok köpek ve atları sevdiğinde arkadaşları birleşiyorlar.” diye yazmıştır.
Güner Hanım’ın da Tampi adında çok güzel, soylu bir kedisi vardı. Pençeleriyle kollarını ve bacaklarını tırmalayarak kanatıp onun canını yaktığı hâlde bundan hiç şikâyetçi değildi. Tabii bu tırmalamalardan en fazla nasibini alanların başında da koltuklar gelmekteydi. Zira onlara da epeyce zarar vermişti. Güner Hanım kedisine çok düşkündü…”
(Muhsin Karabay, tdk.gov.tr)
Yazının devamını okumak için tıklayın