Uzun yıllar önce tıp fakültesini kazanmış ama henüz başlamamışken, bir doktor ağabeyim beni sınava çekmişti: Tıp fakültesinde deontoloji (ödev bilimi) dersi vardır, söyle bakalım niye?
Deontolojinin ne olduğunu bile bilmiyordum ki niyesini bileyim. Sonra kendisi anlatmıştı:
“Deontoloji meslektaş dayanışmasıdır. Örneğin bir taksiciye bir şey olsa bütün taksiciler anında birleşiverir. Bir kasaba saldırı olsa bütün kasaplar hemen dayanışma havasına girer vb. Meslek içi dayanışma olağan bir şeydir, kendiliğinden gelişir, öğretilmesine gerek yoktur. Ancak tıp fakültesinde ders olarak okutulur çünkü doktorlar arasında bu dayanışma yoktur. Mesela bir doktora gidersin daha önce başka doktor tarafından yazılmış reçetene bakar bakar da dudak büker, yırtıp atanları bile vardır. Daha neler neler. Doktorlar fırsatını buldu mu meslektaşlarının kuyusunu kazmaya çalışır da o yüzden tıp fakültelerinde deontoloji dersi okutulur.”
Daha okulun kapısından adımımı atmamışken meslektaş rekabetine karşı gözümü mü korkutmaya çalışıyordu yoksa ağaç yaşken eğilir misali gerçekten bana deontoloji dersi mi veriyordu bilmem. Bildiğim anlattıklarının aklımda iz bıraktığı.
Elbette, öyle, doğru, haklısın, tabii, kesinlikle, bence de…
Sana katılıyorum, ben de öyle düşünüyorum, benim fikrim de o yönde…
Aynı şekilde, benzer biçimde, tam da o şekilde…
Yukarıdaki ifadeleri çoğalt çoğaltabildiğin kadar ama bırak çoğaltmayı bunlardan herhangi birinin yerine sadece ve sadece “aynen” denir oldu.
AYNEN
Bütün içi boş kelimeler gibi salgın yarattı bu aynen. Herkes herkese aynen…
Bu hafta “Güzel Türkçemiz” başlığı ile bir konuşma yapan kişinin anlattıkları kafamı iyice karıştırdı. Dilimiz diğer dillerden aldıkları sayesinde çok zengindir, dedi. Hayat kelimesini Araplardan, renk kelimesini Farslardan, piyasa kelimesini İtalyanlardan, treni Fransızlardan, kuruşu Almanlardan, vişneyi Bulgarlardan, sobayı Macarlardan, masayı Yunanlılardan, alkolü Portekizlerden… almış bir dilin zenginliğini kim inkar edebilir.
Sahip olduğumuz her on kelimenin nerdeyse beşinin başka dillerden geldiğini bilirken kafamı karıştıran bu söylem değil. “Ey adamın” ve “hey dostum” diye bir kelimemiz yok, diye devam edişi.
İzlediğim videonun başlarında, 95 yıl önce şöyle bir “kelime” kullanılmış diye başlayıp bir kelimeyi değil bir açıklamayı örneklediğinde konuşmacı heyecanına vermiştim. Ancak adamın diye bir kelimemiz yok dediğinde kafam karıştı.
Benim adam anlamında adamım diye bir lafımız var oysa. Onun çeviri dili diye eleştirdiği husus, adamım lafının bağlamından koparılıp bambaşka bir biçimde kullanılması. Lafların bağlamından koparılmasına, içinin boşaltılıp bambaşka şeyler ifade eder hale getirilmesine en az onun kadar benim de itirazım var. Ama dilin güzel kullanımı üzerine örnekler verirken “kelime” kelimesinin anlamından koparılmasına da itirazım var. Üstelik bunu benim izlediğim kısacık videoda dört ayrı örnekte yapmışsa, bu artık bir dil sürçmesi olarak kabul edilmez.
Kafamı asıl karıştıransa dilimizin güzelliği ve yapılan hatalar üstüne uzman tavrıyla konuşan bu kişinin bir dinleyicinin lafı üzerine “aynen” deyişi oldu…
Ana dilimizi ne yazık ki güzel kullanmıyoruz. Güzel kullanmamız gerektiği üstüne ders veren birinin bile pek çok dil hatası yapıyor oluşu durumun vahametini sergilemeye yeter. Dili doğru biçimde kullanmak yerine güzel kullanmak deyişimizde de bir ilginçlik yok mu?
“Güzel Türkçe” diye bir kavramımız var. Bilmem başkaları güzel Fransızcamız, güzel Çincemiz falan der mi ama biz ısrarla Güzel Türkçemiz diyoruz…
Artık tıp fakültesini yeni kazanmış o deneyimsiz çocuk değilim, üzerimden onlarca yıl geçti. O yüzden şimdilerde en iyi bildiğim şeylerden biri de neyin eksikse ona sahipmişsin gibi göstermeye çabaladığın.
Emperyal bir geçmişten gelmenin yarattığı, pek çok farklı dilden etkilenmelerle çokça genişlemiş hatta derinleşmiş bir dilin bütün o zenginliğini reddedip, illa da “öz” Türkçe olacak diye dayatmanın yarattığı kısırlaştırmayı geçtim, entelektüel yetenekleri kaybede kaybede başkasının diline özentide çapa atmışların, çağdaş emperyallerden çalıntı üç beş kelimeyi gündelik dillerinin en havalı parçası saymalarının kofluğundan da geçtim, bütün bu dil katliamlarının da ötesinde, toplasan üç yüz kelime ile konuşmaya kalkanlara “Güzel Türkçe” lafını dayatmanın anlamsızlığından geçemiyorum.
Video kayıtlarını izlediğim bu “Güzel Türkçe” dersinin gençliğimin deontoloji tokadını çağrıştırması o yüzden. Neyin eksikse en çok onu dillendiriyorsun.
Neyin eksikse, neye ihtiyacın varsa, sanki ona zaten sahipmişsin gibi görünmeye çalışmaya düpedüz budalalıktır desem, düpedüz budalalık mı yapmış olurum?