Türkiye neoliberalizm ile ilk kez Turgut Özal’ın 24 Ocak 1980 kararları ile tanıştı, 12 Eylül 1980 askeri darbesi ile sivil toplum örgütleri ve işçi örgütleri baskılanarak neoliberalizmin önündeki dikenli yollar temizlendi.
2001 yılında yaşanılan ekonomik kriz sayesinde iktidara gelen AKP krizin asıl sorumlusu olan neoliberal ekonomik politikaların yerine muhalefet partilerini suçlamayı tercih etmiş ancak kendisinden önceki hükümetin uyguladığı ekonomik politikalara aynen devam ettirmiştir.
AKP iktidara gelir gelmez devlete ait büyük fabrikalar, posta hizmetleri, enerji firmaları dahil devlet işletmelerinin tamamen özelleştirilmesine girişti.
2008 yılında yaşanan dünya mortgage krizi ile Kuzey Amerika ve Avrupa’dan kaçan sermaye akışlarından Türkiye de diğer gelişmekte olan ülkeler gibi yararlanıyordu.
Ülkemize gelen bu paralar, AKP merkez ve partilerin talep ettiği abartılı havalimanları, köprüler, camiler, alışveriş merkezleri, cumhurbaşkanlığı sarayları, mega konut projeleri gibi yüksek maliyetli inşaat projelerinin finansmanında kullanıldı.
AKP iktidarı Türk basın ve medyası üzerinde tekel kurarak dış krediler ile finanse edilen bu mega projeleri ve gösterişli tüketim kalıplarını “Türkiye’nin büyük bir güç” haline geldiği fikrini yaymak için kullandı.
Böylece Erdoğan bu projeler ile “Büyük Türkiye” gündemini oluşturmaya başladı ve bu slogan ile kendisini ve Türkiye’yi Batı’ya ‘Müslüman-demokrasi’ modeli olarak sundu.
ABD Erdoğan’ın bu görünüşüne inanıp İslam dünyasının geri kalanlarına Türkiye’yi örnek bir model olarak sunmaya kalktı ve onu “Büyük Orta Doğu Projesi”nin eş başkanı ilan etti.
Ancak Erdoğan eş başkanlığı abartıp Türkiye’nin Orta Doğu’daki gücünü 15.-16. yüzyıldaki Osmanlı İmparatorluğu’na dönüş rüyası ile süslemeye kalktı.
Öyle ki “Arap Baharı” ilk patlak verdiğinde ve otoriter liderlere karşı kitlesel ayaklanmalar başlattığında, Erdoğan Mısır gibi ülkelerdeki halk seferberliğine destek verdiğini açıkça dile getirdi.
Suriye’deki iç savaşa açıkça müdahale etti. Bölgede hegemonya kurma arayışı ile milyonlarca Suriyeli mülteciyi Türkiye’ye davet etti, hatta Emevi Camii’nde cuma namazı kılabileceğini bile söylemekten çekinmedi.
Erdoğan’ın “Büyük Türkiye” projelerini gerçekleştirirken yapılan kamu ihaleleri şeffaf ve rekabetçi bir şekilde olmaktan uzaktı.
İhaleler, Erdoğan’a yakın yeni iş seçkinlerine verildi.
Bir Dünya Bankası raporuna göre, 1990’dan 2020’ye kadar dünyanın en büyük on özel kamu altyapı projesi sponsoru arasında beş Türk şirketi ( Cengiz, Limak, Kolin, Kalyon, MNG) yer alıyordu.
Halk arasında ‘beşli çete’ olarak bilinen bu şirketlerin tamamı, AKP ile yakın ilişkileri nedeniyle servetlerini AKP döneminde biriktirdiler.
Erdoğan’ın iktidarının ilk on yılında kolay ucuz dış krediler kolay bulunuyordu ama 2013 yılında FED’in sıkı para politikası kararı ile mega projeleri finanse eden dış kredilerin akışı durdu.
Başlanılan projelerin yüksek maliyetli ve parasal geri dönüşünün uzun zaman alacak olması ülkede ekonomik bir sıkışıklık yarattı.
Bu sıkışıklık Erdoğan’ı otoriter bir tavır almaya itti, o zamana kadar her olumsuzlukta sadece muhalefeti suçlayan Erdoğan, ekonomideki başarısızlığını maskelemek için bu defa Dış güçleri (ABD ve AB) de suçlamaya başladı.
Suçladığı Batı’ya alternatif arayan Erdoğan Rusya ve Çin’e biraz daha yakınlaşarak bu iki ülke ile olan ilişkilerini artırmaya başladı.
Yakınlaştığı bu iki ülke ile kişisel olarak da ortak tarafları vardı, her üç ülke liderleri de Avrupa insan haklarına mesafeli, hür basına karşı ve otokrasi taraftarı idi.
Erdoğan’ın Batı’ya karşı bu saldırgan tutumu pahalıya mal oldu, 2018 yılında Rahip Brunson olayı Türkiye’yi büyük bir döviz krizi ve ekonomik durgunluğa itti.
Türkiye’nin içinde bulunduğu ekonomik kriz 2020 yılında yaşanan pandemi ve Erdoğan’ın tek adam olarak aldığı bazı rasyonel olmayan kararlar ile giderek şiddetlendi.
Merkez Bankası başkanlarının görevden alınması, faizlere bizzat kendisinin müdahale etmesi, ekonomiden sorumlu bakanların sık sık değiştirilmesi, halk arasında yerel paraya olan güveni sarstı ve dövize talebi artırdı.
Öte yandan AKP hükumetinin uyguladığı neoliberal ekonomik politikalar işçi sınıfı yapısını ve kentsel ve kırsal yoksulların koşullarını da dramatik bir şekle dönüştürdü.
Hızla yapılan özelleştirmeler Türkiye’de kayıtlı çalışan sınıfların dağılmasına ve onun yerine büyük bir kayıt dışı ve güvencesiz iş gücü ordusunun geçmesine yol açtı.
Buna eklenen komşu ülkelerden gelen göçlerin nedeni olduğu kayıt dışı ucuz emek gücü arzı, Türkiye’deki işsizliği artıran bir başka faktördü.
Erdoğan’ın 25 bin dolar fert başına düşen milli gelir ve 500 milyar dolar ihracat gibi yüksek hedeflere ulaşacağına dair halka söz verdiği yıl olan 2023’e gelindiğinde verilen hedeflerin çok gerisinde kalındığı görüldü,
Ülkede halen yaşanan ekonomik kriz ve yükselen enflasyon, 2023 cumhurbaşkanlığı ve milletvekili seçimlerinden hemen önce Erdoğan’ın taraftarları arasında ciddi bir popülarite kaybına yol açmış durumda.