Elbette zorunda kalmazsa hiç kimse yerini, yurdunu terk etmek istemez. Bir anda evin, yurdun, geçmişin, anılar yok olurken sahip olduğun hiçbir değeri bir daha görememek, depremden, yangından daha derin izler bırakabilir.
İnsanların dilini, kültürünü, aşını ekmeğini bilmediği coğrafyalarda, hayata tutunmaya maruz bırakılması tam bir insanlık dramı.
Geçen haftalarda, düzensiz göçle mücadelede iş birliği için Roma’da düzenlenen ‘’Uluslararası Göç ve Kalkınma’’ konferansında da teyit edildiği üzere Türkiye dünyada en fazla sığınmacı barındıran ülke konumunda.
Bölge dışı güçlerin kışkırttığı çatışmalı coğrafyalardan, Birleşmiş Milletler’in önleyemediği savaşlardan kaçan milyonlar sınırlarımıza aktı, hâlâ da akmakta.
Kavimler göçü benzeri, tarihte eşi az görülen küresel göç dalgasında en ağır külfeti sessizce yüklenmekteyiz.
Son on yılda sınırlarımıza akan sığınmacıların sayısının on milyonu aştığı tahmin ediliyor. Bu Türkiye nüfusunun yüzde onundan fazlasını oluşturmakta olup orta ölçekli bir Avrupa ülkesinin nüfusuna tekabül etmektedir.
Bu bağlamda, geri dönüşü zor, sonucu kestirilemeyen siyasal ve sosyal sorunlara gebe bir gidişatla yüz yüzeyiz.
Daha önce yaşanan düzensiz göçlerde sınır boylarında uyguladığımız tampon bölge ve kamp tedbirlerine yeni dalga sığınmacılar için neden başvurulmadığı komplo teorilerini de besleyen bir sır.
Sınırların tamamen sığınmacı akınlarına teslim edildiği siyasi vurdumduymazlık, gelen kitlelerin can havliyle sığınmak için değil de bir plan dahilinde, sorgusuz sualsiz, ellerini kollarını sallayarak intikal ettikleri iddiasını da kuvvetlendirmekte.
Ulusal güvenlik ve egemenlik sorunu haline gelen sığınmacı akınının arkasında ne yattığı, hangi plan ve proje dahilinde ne uygulandığı, en önemlisi de ev sahibi ülke olarak bu büyük oyuna hangi ulusal saiklerlerle göz yumup, sınırlarımızı kevgire çevirdiğimiz hususunda rasyonel bir açıklama olmadı.
Ülkeye girişleri sorgusuz, denetimsiz, kayıt düşülmeden gerçekleşen sığınmacı kitlelerinin eğer tersine göç başlarsa dönüşleri bu kadar kolay olmayacak, sorumlu ve titiz bir yaklaşım gerektirecektir.
Statü
Devletler hukuku, ‘’yerlerinden edilmiş’’ toplulukları, göçmen, mülteci, sığınmacı gibi farklı statülerde ele alsa da günlük hayatta hepsi, en yerleşik şekliyle ‘’mülteci’’ olarak adlandırılır.
Göçmen; kabul eden ülkenin izin ve bilgisi dahilinde, kendi iradeleriyle başka bir ülkede yaşamayı tercih eden kişidir.
Sığınmacı; bir zorunluluk karşısında ‘’can havliyle’’ kendilerini emniyette hissettikleri başka topraklara atanlardır.
Mülteciler; ileri sürdükleri gerekçe haklı bulunarak sürekli yerleşme başvurusu kabul edilen kişilerdir.
Sığınmacılık geçici bir koruma statüsü olup ilke olarak, ülkelerindeki koşullar düzeldiğinde dönmeleri esastır.
Devletler hukukunun kabul etmediği, tartışmalı tasarruflar, maalesef bizde olduğu gibi sığınmacılara, göçmenlik, mültecilik, hatta vatandaşlık hakkı tanıyarak hukuksal statülerini değiştirmektir.
Bu durum, ileride devletler hukuku, miras hukuku ve tabiyet çatışması bağlamında diplomatik krizlere yol açabilecek hususlardır.
Türkiye uygulamasında, sığınmacıların statüsü, yanlış ve kasıtlı uygulamalarla devletler hukukunun öngörmediği, içinden çıkılması zor bir hal almış olup göçmen, mülteci, sığınmacı kavramları iç içe geçmiştir.
Türkiye
Anadolu toprakları, çatışmalı Orta Doğu coğrafyası ile Avrupa arasındaki köprü konumuyla, Afganistan, Irak, İran, Pakistan, Suriye ve Somali kaynaklı mülteci ve sığınmacı dalgalarının transit adresi olagelmiştir.
Ancak son yıllardaki sınır gevşekliği sığınmacı trafiğini arttırırken, özellikle de Batı kapılarının su sızdırmayacak şekilde kapatılması karşısında topraklarımız geçiş güzergâhı değil, artık yerleşilen hedef ülke haline dönüşmüştür.
Sığınmacıların büyük çoğunluğu komşu Suriye kaynaklı.
Toplam nüfusu 20 milyon olan Suriye halkının yarısından fazlası, 13 milyonu iç savaş ve işgaller nedeniyle zorunlu göçle yerlerinden edilmiştir.
Artık Türkiyeli olan Suriyeli nüfusumuzun, kayıt dışı olanlar, burada doğanlar ve vatandaşlık verilip yerleşenler dâhil on milyona yaklaştığı tahmin edilmektedir.
Ayrıca ilginçtir, genç Afgan sığınmacıların kitleler halinde, ülkeler katederek rahatça topraklarımıza koşup, organize şekilde ülke sathına yayıldığı da canlı yayınlarla sabittir.
Gelecek
Sayıları milyonları geçen sığınmacılarımızın nihai hedeflerinin Batı olduğu bilinmektedir.
Batılıların kışkırtmasıyla yerlerinden edilip sınırlarımıza koşan ya da bir plan dahilinde topraklarımızda konuşlanan sayıları azımsanmayacak bu nüfus yine Batı’nın vize engeli, ördüğü yüksek duvarlar ve demir çitler ve denizden elektronik denetimler kıskacında bize mahkum olmuş durumdalar.
Ne terk etmek zorunda kaldıkları ana vatanları ne misafir oldukları ev sahibi ülke ne de ulaşmak istedikleri coğrafyalar tarafından kabul görmekteler.
Geleceğini göremeyen, bilemeyen kararsız mülteci toplulukları bu anlamda istenilmemenin psikolojik tahribatı içinde büyük bir insanlık dramı yaşamaktadır.
Bu dramı önlemek adına belki bize düşen asli insani görev canlarını kurtardığımıza inandığımız sığınmacılara iyi bir geleceğin yollarını açmak olmalı. Bir anlamda yaşamak istedikleri ülkelere kabulleri veya barış içinde güvenle kendi topraklarına dönmeleri yönünde uluslararası çaba göstermemiz en isabetli yol olacaktır.
Herkesi memnun edecek “onurlu geri dönüş” seçeneğinde samimiysek, Suriye ile karşılıklı inatlaşmak yerine diplomatik görüşmelerin zemini zamanlıca başlatılmalıdır.