Bizim mahallede hikaye hiç eksik olmuyor. Kesinlikle şikayetim yok bu durumdan, çok eğleniyorum; bana da anlatacak çokça malzeme çıkıyor.
Benim bu hikayeleri keyifle dinlediğimi bilen komşularım Türkiye’ye gittiğim ya da iş seyahatinde olduğum zamanlarda atladığım konular olduğunda beni kapı önünde, avluda, markette, yakaladıkları her yerde bir çırpıda anlatıyorlar.
Bizim avluda bugünlerin kahramanlarından biri sahipsiz ya da evinden uzaklarda kaybolmuş siyah bir köpek.
Komşular ona hemencecik bir isim taktılar: Çernişka. Biraz bizdeki Karabaş’a karşılık gelen popüler bir köpek ismi.
Çernişka aşağı, Çernişka yukarı.
Hemen herkesin derdi onun sert kış günlerinde ayazda kalıp, donmaması, karnını doyurabilmesi. Yani yaza salimen çıkabilmesi.
Daha da önemlisi eğer sahibi varsa onun köpeğini bulabilmesine yardımcı olunması.
Komşulardan biri Çernişka’nın resmini cep telefonuyla çekip, sosyal medyadaki forumlarda paylaştı. Öyle bir trafik oluştu ki şaşırdım kaldım. Mesajlaşmalar, telefonlar, falan… Köpeğin resmini gören bir genç kızın kendi kaybolan köpeği olabileceğini söylemesi hepimize kısa bir sevinç yaşattı.
Kız bir taksiye atlayıp geldi. Ama resimde çok benzeyen Çernişka’nın kendi köpeği olmadığını anlayınca yanaklarından süzülen gözyaşlarına engel olamadı.
Çernişka yine sahipsiz kalmıştı. Ama belki sahibi yoktu; belki de sokakların başına buyruk, tatlı serserisiydi. Özgür olmak onun için sahipli olmanın lüksünden çok daha önemliydi.
Eğer öyleyse gerçekten çok saygı duyardım.
Benim bir başka kahramanım ise evin önündeki parktaki sincap. Pencereden her baktığımda karların arasında sıçraya sıçraya dolaştığını görüyorum. Hop deyince bir çırpıda dallardan dallara atlayıp ağaçların tepesine tırmanıyor.
O da rızkının peşinde.
“Yav, soğukta üşümez mi bu? Yerin altında falan bir yuvası var mıdır?” diye soruyorum Vladimir İvanoviç’e.
“Sen bu işlerden hiç anlamıyorsun” diye gülüyor bana, “Bu sıçan mı ki? Onun ağaç kovuklarından birinde mutlaka yuvası vardır. Üstelik şunun kürküne bir bak; bizim hanımı bile kıskandırıyor” diyor.
Devam ediyor; “Ha, bir de bir yer sincabı (zemlinaya belka) dedikleri tür var, aslında sincap değil, ama öyle diyorlar. Benim Zelenagrad’da oturan kuzenimin böyle bir yer sincabı var. Yahu ne sincabı bu basbayağı sıçan (kırısı) dediğimizde çok fena alınıp, kızıyor.”
***
Rusların hayvan ve doğa sevgisi hep anlattığım şey.
Örneğin, kendi deyimiyle hayvanları kocasından daha çok seven bir komşumuz var. Daçasında beslediği üç köpek, dört kedi, bir at, onlarca tavuk ve horoza ilâve olarak, kanadı kırıldığı için uçamayan dişi bir karganın da bakımını üstlendi. Büyük ihtimalle yırtıcı bir kuşun saldırısına uğrayan yaralı karga için arka bahçesinde yuva yapan komşumuz, kargayı hazmı kolay et, sulu tahıl çorbalarıyla itinayla besliyor.
Sadece bildiğimiz evcil hayvanlara değil, her türlü hayvana merakı var Rusların.
Çin astrolojisine göre Fare Yılı olarak ilan edilen, benim henüz Moskova çaylağı olduğum 2008 yılına günler kala Moskova’daki hayvan dükkanlarında fare ve sıçan satışlarında patlama yaşanmıştı.
Sevdiklerine yılbaşı hediyesi almak amacıyla hayvan dükkanlarına akın eden Moskovalılar fare ve sıçanları adeta kapışıyorlardı.
Moskova’nın en kalabalık yerlerinden sayılan Arbat sokağındaki dev evcil hayvan mağazası, müşterilerin sıçan ve fare talebini karşılamakta güçlük çekiyordu.
Nataşa Kerjokova isimli bir müşteri, “Yeni yılın Fare Yılı olması dolayısıyla ben de sarı sıçan almaya karar verdim. Sıçanları çok seviyorum. Yeni hayat arkadaşımla iyi anlaşacağımızı ümit ediyorum” demişti. Svetlana Zubkina isimli bir başkası ise “Ailece hayvanları çok severiz. Evde papağan besliyoruz. Kızımın ısrarı üzerine bu kez de fare satın almak için bu dükkana geldik” diye konuşmuştu.
Bana çok tuhaf gelmişti.
Malum Rusça “mış” fare demek. Rusya’daki Mışkin şehri gibi adı fareden gelen bir şehir dünyanın bir başka ülkesinde yoktur herhalde?
Anlayın artık.
Üst kat komşum Vladimir İvanoviç’e göre bunun hikayesi de şöyleymiş:
Şimdi Mışkin kentinin bulunduğu yer, çok eski zamanlarda bir ormanlık yermiş. Zengin insanlar bu ormanlarda avlanmayı çok seviyorlarmış. Bir gün ayı avına gelen prens Fedor Mstislavskiy tek bir ayı bile vuramamış, sonra biraz dinlenmeye karar vermiş ve uykuya dalmış. Derken uykudayken yüzünün üzerinden bir fare koşup geçmiş.
Prens, irkilip, hemen ayağa kalkmış ve ayaklarının yakınında zehirli bir yılan görmüş. Fedor Mstislavski yılanı kılıçla öldürmüş ve böylece farenin sayesinde ölümden kurtulmuş. Ondan sonra prens bu yerde küçük bir şapelin inşa edilmesini emretmiş. Şapel yakınına insanlar yerleşmeye başlamışlar. Ve yeni oluşan bu yerleşim yerine de Mışkin adı verilmiş.
***
Ben de kesinlikle hayvanları çok seviyorum. Köpeği, kuşu, kedisi, tavukları olan bir evde büyüdüm. Ancak ona rağmen hayvan sevgisinin böylesini anlamam bazen zor oluyor. Farklı bir kültürden geldiğimden olsa gerek.
Benim anacığımın farelerin lafına bile tahammülü yoktu. Hele hele yemek sırasında…Hem korkar, hem tiksinirdi. Ancak kadere bakın ki tek katlı, bahçeli evimizde fare, sıçan hiç eksik olmazdı.
Bir ara bizim ofiste de fareler ve sıçanlarla ilgili yoğun bir muhabbet olmuştu.
Serkan yine ilginç sorularından birini ortaya atmıştı:
“Klavyemizin yanındakine ‘mouse’, fare diyen var ya, niye kimse sıçan demez? Nedir fareyle sıçanın farkı; hepsi aynı cinsten değil mi?”
İgor, Serkan’a sabırla bilimsel açıklamalarda bulunmuştu:
“Genetik bağlamda değerlendirildiğinde farelerin sıçanlara olan benzerliği, senin bir maymunla olan benzerliğinden daha azdır” demişti.
Serkan, bu sarsıcı açıklamadan sonra anlamış bir ifadeyle “Hımm,” diye düşünmüş ve felsefi yorumlarına devam etmişti:
“Fare çizgi filmlerde, sıçan korku filmlerinde olur.
Fare küçük olduğu için pisler, sıçan sı….
Fare dostumuz, arkadaşımızdır, ondan Jerry olur, Mickey Mouse olur; sıçanlardan ise Ratatouille’un Remy’si dışında sevimli bir kahraman bildiğim kadarıyla çıkmamıştır,” demiş, sonra da eklemişti: “Bu haksızlık bence!”
Ofis ortamı değil mi? Akşam saatlerine doğru herkes yoruluyor, iş de yoğun olmayınca tamamen gevezeliğe vuruyoruz. Sohbet dallanıp, budaklanıyor. Konudan konuya atlayıp anlattığım, uzattığım için mazur görülsün; ama bizim konuşmalarımız da aynen böyle. Yani bu benim kabahatim değil.
İgor, yine mesleki teknik bilgilerini gösteren açıklamalar yapmaya devam etmişti.
Bizim İgor’u da, komşum Vladimir İvanoviç’i de vakit uygunsa sözlerini kesmeden dinlemek lazım. İnsan adeta televizyonda belgesel izliyormuş gibi bilgileniyor. Ben de zaten öyle yapıyorum.
İgor:
“Biz La Fontaine masallarından hep kargaların ahmaklıklarını biliriz. Hani şu ağzındaki peyniri tilkiye kaptıran gibi… Birçok edebi eser, dini inanç, masal ve efsanede de kargalardan aleyhte bahsedilir. Oysa kargalar, töresel ve dini inançların tam tersine, zeka seviyesi -insandan sonra- en gelişmiş hayvan türüdür.
Yaşadıkları ortama kolaylıkla uyum sağlayabilen kargaların; kedi miyavlaması, endüstriyel makinelerin motor gürültüleri ve insan seslerini taklit etme yetenekleri de var. Kargalar farklı gruptaki hemcinsleriyle iletişim kurmak için melodi ritimli sesleri tercih ederler.”
İgor, ayrıntılardan cimrilik yapmadan, yine konudan konuya atlayarak konuşuyordu:
“Şöyle bir teori var: Nükleer silahların kullanılacağı bir Üçüncü Dünya Savaşı sonrasında yeryüzünde hamam böceği imparatorluğu kurulacak. Zira olası bir nükleer savaşta insanlar 500, hamam böcekleri ise 100.000 birim rem’lik radyoaktiviteye dayanma gücüne sahipler.”
Bunu duyunca birden irkildim. Yeni bir dünya savaşı ihtimali mi? Bırrrr!!!
Hemen aklıma bir dize geldi:
“İnsandım, kargadan çirkin, hamam böceğinden daha acizdim.”
Vah biz garip insan evladının haline, vah!
***
Vladimir İvanoviç’le o gün yarım kalan konuşmamız yüzünden bunları hatırladım. Onunla muhabbetimizi her karşılaştığımızda bıraktığımız yerden sürdürüyoruz. Geçen gün onu bizim avluda çöp döktüğümüz konteynerlere muhkem bir bankta oturmuş, çöpleri karıştıran sıçanları dikkatle izlerken gördüm. Beni kenara çekip, “Çöpleri sonra atarsın. Gel yanıma otur, sen de bak” dedi.
Bir süre konuşmadan, beraberce izledik.
“Biliyor musun bu sıçanlar çok akıllı.”
“Nerden biliyorsun?” diye merakla soruyorum.
Anlatmaya başlıyor:
“Günlerdir şu sıçanları izliyorum. Çöp poşetlerini tanıyorlar. Mesela şu bizim alışveriş ettiğimiz ucuz hipermarketlerin plastik poşetlerinin yanına bile yanaşmıyorlar. Haklılar, içinde yenecek ne bulacaklar ki? Ancak öyle her babayiğidin alışveriş yapamayacağı gurme marketleri var ya, onların paketlerini gördüklerinde bayram ediyorlar. Hepsi birden gelip, paketi parçalayıp, içindeki pahalı yiyecek artıklarını yuvalarına taşıyorlar.”
Moskova’nın sıçanları, kargaları ve tarakanları (hamam böceği) meşhur. Belki de kedi sayısından daha fazla sıçan vardır bu şehirde.
Eee, öyle ya, malum Moskova’nın bir örümcek ağı gibi kocaman metro ağı, yeraltı nehirleri, efsanevi sığınakları, savunma tünelleri düşünüldüğünde bu çok normal. Baş etmek zor.
Moskova’nın üstü gibi yeraltı da kocaman bir dünya.
Tarakanlarla amansız bir mücadele var, ancak kargalara ve sıçanlara pek dokunulmuyor.
Belki Avrupa Birliği normlarına uyarak hayvanları zehirlemek istemediklerinden, belki de hayvan sevgisinden diyordum, ama geçen sene resmi merciler sıçanlara karşı ciddi bir itlaf kampanyasına girişmişti. Ancak doğa her şeye rağmen hükmünü sürüyordu. İşte hayvanlar yeniden ortaya çıkmaya başlamıştı.
Bir de güncel, yeni bir mevzu Geçen gün Belediye’nin ani bir gece baskınıyla metro istasyonlarının etrafındaki yıkılan “palatka”ların, ticari “kiosk”ların temelinden, enkazından çıkan sıçanlar şimdi kim bilir nerelerde kendilerine yeni yuvalar bulacaklar?
Dertlendiğimi fark eden Vladimir İvanoviç, “Sıçanlara mı üzülüyorsun, yoksa ekmek teknelerinden olan insancıklara mı?” diye soruyor.
“Her ikisine de diyorum” kısaca.
Yine öbür konuya devam ediyoruz.
Fare ve sıçanlar son derece zeki yaratıklar. Yaşam kurallarına sıkı sıkıya bağlılar. Aslında şüpheli herhangi bir yiyeceği tüketmeme eğilimleri var. Genelde alışkanlıklarına uyar, bilmedikleri, yabancı gelen bir yiyeceği tüketmezler. Örneğin; fareler insan elinin değdiği yiyecekleri çok mecbur kalmadıkça yemezler ve topluluk içerisinden bir farenin yediği yiyecekten hastalanması durumunda o yiyecekten diğer fareler kaçınırlar.
Rusya’da uzmanlar sıçanların boyutlarının giderek irileşmesini ve sayı olarak çoğalmalarını birçok nedene bağlıyorlar. Öncelikle evsel atıkları ve iklimin ısınması gibi ekolojik nedenleri, sonra AB’nin kemirgenlere karşı zehirli madde kullanılmasını kısıtladığından dolayı onlara karşı mücadelenin zorlaşmasını neden olarak gösteriyorlar.
Vladimir İvanoviç, sıçanların kargalar gibi akıllı hayvanlar olduğuna dair bir tezinde ısrarcı. Hararetle anlatmaya devam ediyor.
Bu arada bizim yan padiyezdden, yani öteki apartman girişinden, komşumuz Azeri Hüseyin de geldi. Yanımıza oturdu.
Böylece gelen geçenin gülerek baktığı, sıçanları izleyen tuhaf bir erkekler grubu oluşturmuştuk.
Hüseyin:
“Bax mən siçanlarla əlaqədar bir hekayə izah edəcəyəm. Mənim alt qatda oturan qonşumu bilirsiniz. Yoxsul, fukara, pulsuz bir qocadır.”
Hikaye yine bizim komşulardan, pek insan içine çıkmayan, fazla kimsenin tanımadığı Kolya dayıya aitti.
***
Vladimir İvanoviç tanıyordu ihtiyar Kolya dayıyı. Hüzünlü bir yaşam öyküsü vardı. Bu hikayeyi, bu sırrı saklayacağımı, fazla dillendirmeyeceğimi bildiği için daha önce bana da anlatmıştı.
Kolya dayının sol gözü kör, sağ ayağı da aksaktı. Yolda sağ ayağının üzerinde yaylana yaylana yürürdü. Bu nedenle de savaşta askere alınmamıştı.
Kolya dayı eskiden postacıydı. Büyük Anavatan Savunması’nda postacı olmak zor işti. Zaman gelmiş cephelerden ölüm haberleri ulaşmaya başlamıştı. Köyden kiminin babasının, kiminin kocasının ölüm haberlerini getiriyordu Kolya dayı. Köye gelen yolun başında Kolya dayıyı gördüklerinde köyün çocukları, kadınları tir tir titremeye başlıyorlardı: Acaba kimin babacığı veya oğulcuğu ya da kocacığı ölmüştü?
Kolya dayının kuşkusu bunda hiçbir suçu yoktu. Ama faşistlerin öldürdükleri erkeklerin haberini getirmek onun işiydi. Zamanla tüm köy adeta düşmanı olmuştu. Nefret ediyorlardı ondan.
Hele hele, sevgili kocasını yitiren bir genç kadın daha onu daha görür görmez taşa, sopaya sarılıyor, köyün dışına kadar kovalıyordu.
Nihayetinde savaş bitmişti, insanlar acılara alışmıştılar, ama Kolya dayı da aklının yarısını yitirmişti. O köyde daha fazla yaşamak istememişti. Moskova’da yaşayan teyzesinin yanına gelmişti.
Teyzesi ölünceye kadar da bize komşu evlerinde beraberce yaşamışlardı.
Sonrasında da, bugüne dek aynı evde, Hüseyin’in padiyezdinin giriş katındaki küçük evde Kolya dayı tek başına yaşamını sürdürüyordu.
Maslow’un “ihtiyaçlar hiyerarşisi teorisi”ndeki piramidin üstteki üçünden vazgeçmiş, tabanındaki ilk ikisiyle iktiva ediyordu.
Korkardı insanlardan. Acil ihtiyaçları dışında çok dışarı çıkmaz, yalnız başına evinde otururdu genellikle. Güvenip, konuştuğu nadir insanlardan biri komşusu Vladimir İvanoviç’ti.
Kolya dayı, mayıs bayramlarından birinde şöyle demişti:
“Evde nefes alan bir canlının daha bulunması ne güzel Evde iki kişi olduk. Bayramı birlikte geçiriyoruz.”
Onun yalnız yaşadığını bilen Vladimir İvanoviç meraklanmıştı.
Kolya dayının şimdilerde en yakın arkadaşı evine bir yolunu bulup giren bir sıçandı.
İlk kez bir sabah gözlerini güçlükle araladığında yatağının kenarında görmüştü sıçanı. Yerde akşamdan kalma votka kadehinin yanındaki tabağın içindeki ekmeği kemiriyordu.
Terliğini kapıp, fırlatıp haklamayı düşünmüş; ama hali olmadığından üşenmişti.
Yattığı yerden izlemeye başlamıştı. Sıçan da alışmış, kaçmamıştı. Uzun süre karşılıklı bakışmışlardı.
Zararsız bir hayvan diye düşünmüştü.
Daha sonraki günlerde de sıçan ziyaretine gelmişti.
Kolya dayı, yemek artıklarını çöpe dökmek yerine bir köşeye bırakmaya başlamıştı. Sıçan geliyor, ona armağan edilen artıkları yiyor, minnet duygusuyla bakıyordu. Sonra hangi delikten geldiyse dışarı çıkıp kayboluyordu.
Tuhaf bir dostluk oluşmuştu aralarında. Adeta bir anlaşma yapmışlardı; Kolya dayı, ona yemeğinden arta kalanları veriyordu; o da onu fazla rahatsız etmiyor, orayı burayı kemirmiyordu.
Bir sabah Kolya dayı, uyanıp, uykulu gözlerle etrafına baktığında gördüklerine inanamamıştı. Sıçan yine gelmişti, ama bu sefer ağzında bin rublelik bir banknot vardı. Parayı yere bırakıp, yemek artıklarını yiyip, yine ortadan kaybolmuştu.
Bu olayın aynısı neredeyse her hafta tekrarlanmaya başlamıştı.
Kolya dayı, hiçbir şey anlamamış ama olanlardan hoşnut kalmış, birden çok zengin olduğu hissine kapılmıştı. Hiç denilebilecek emekli maaşına ek bir geliri olmuştu.
Artık paraya kıyıp, marketten hem kendisi hem de sıçan için daha fazla yiyecek almaya başlamıştı.
Mahalle dedikodularını herkesten önce öğrenen, kulağı delik Hüseyin, olayı anlamış ancak hiç kimseye bir şey söylememişti. O da severdi Kolya dayıyı.
Bizim avludaki Stalin binalarından birinde, tadilatlı, “evro remont”lu, çok odalı, lüks bir evde oturan mahallelinin hiç sevmediği zengin bir adam oturuyordu. Kocaman jipini garajına sığdıramadığı için dışarıya, üç arabalık bir yeri işgal edecek şekilde park ediyordu. Garajını da depo gibi kullanıyordu. Kimse bir şey diyemiyordu. Herif belalıydı.
Ne iş yaptığını ise kimse bilmiyordu.
Bir gün karısı, Hüseyin’in karısı Elena İvanovna’ya salya sümük ağlayarak anlatmıştı. Meğer adam, büyük bir ihtimalle pek temiz olmayan işlerden temin ettiği paralarını korkudan bankaya yatıramaz, evinde muhafaza edemez, garajındaki zulasında saklarmış.
Böyle adamların huyudur ya, bizim herif de Walt Disney’in resimli roman kahramanı Varyemez Amca (Ruslar “Dyadya Skruç” diyorlar) gibi bazen garajına kapanır, paralarını sayarmış. Bir gün paraların yavaş yavaş eksildiğini fark etmiş. Yapsa, yapsa bizim hanım yapmıştır diye, hışımla, koşa koşa eve gidip kadıncağızı haşlamış.
Adamın karısı, sabaha kadar ağlayıp, ertesi günü de bizim Hüseyin’in hanımı Elena İvanovna’ya dertlenip, “Beni hırsızlıkla suçluyor, paralarımı benden habersiz alıyorsun diyor” diye anlatmış.
Karısı da haberi hemen Hüseyin’e yetiştirmiş. Tabii, Hüseyin zeki adam, hemen kafasında irtibatları kuruvermiş.
Eeee, boşuna “haydan gelen huya gider” dememişler.
Böylece Kolya dayının sıçanının sırrını anlamış oluyoruz; ancak bu, aramızda bir sır olarak kalacak tabii ki.
Hüseyin, Kolya dayının evindeki sıçanı Robin Hood’a benzetiyor:
“Bu siçan Robin Hood kimi” diyor, “Zəngindən alıb, kasıba verir.”
***
Hava soğuk, güneş de batınca üzerimizdeki kalın paltolar, kaşkol, şapka, eldiven de bir işe yaramıyor. En iyisi sohbeti tadında bırakıp, evlere kaçmak. Hep yaptığımız gibi araya yine günün mana ve önemine uygun bir anekdot sokuşturup muhabbeti noktaladık.
Kaç sene önce gazetelerde okuduğum komik bir olay olmuştu onu anlattım:
Avrupa Birliği üye ülke bakanlarının Brüksel’de yediği öğle yemeği sırasında “casus fare heyecanı” yaşanmıştı.
Bakanlar sofradayken yemek masasına yaklaşan bir fare, canlı olarak yakalanmıştı.
O zamanki İngiltere Dışişleri Bakanı David Miliband, “Umarım bu çalışma yemeğinin en akılda kalacak yanı, fare vakası olmaz. Fakat kimse çığlık atmadı” demişti.
Bir soru üzerine esprili bir karşılık veren David Miliband şöyle konuşmuştu:
“Farenin üstüne mikroçip takılı gibi görünmüyordu. İngiltere ile kriz yaşayan Moskova’nın bizi farelerle dinlemeye çalıştığını da düşünmüyorum.”
Vladimir İvanoviç, şu ambargo olayları falan için Avrupa Birliği’ne çok kızgın ya, “Aslında yemek masasına değil tabağın içine girmeliydi. Fare bile biliyor nereyi basacağını” diyor.
Bense son zamanlarda her gün bir yenisini yaşadığımız olumsuz olayların yorgunluğu nedeniyle fazla yorum yapmak istemiyorum.