30 Ekim eski Başbakan Mesut Yılmaz’ın üçüncü ölüm yıl dönümü. Bu vesileyle kendisiyle yaptığım söyleşiyi yeniden yayınlıyorum.
***
Aydın Sezer: Sayın Başbakan, zaman ayırdığınız için çok teşekkür ediyorum. Sayın Yılmaz, medyada “Mavi Akım Projesi’yle gönül bağım var” şeklinde bir beyanınıza rastladım. Böyle bir beyanınız oldu mu? Olduysa, neden böyle bir ifade kullandığınızı sormak istiyorum.
Mesut Yılmaz: Evet, gönül bağım var dedim. Zira, Türkiye Cumhuriyetinin kuruluşundan beri özellikle iktisadi anlamdaki Türk-Sovyet ve Türk-Rus ilişkilerinin tarihçesini yakından biliyorum. Merkez sağ gelenekten bir politikacıyım. 1980’lerdeki SSCB’ye yönelik çok yönlü açılım kararını alan siyasi kadronun içerisindeydim. ANAP’ın Sovyetler Birliği vizyonunun ne denli isabetli olduğu bugün daha iyi anlaşılıyor. Ayrıca, 1997’de Türkiye ciddi bir enerji krizi eşiğindeydi. Hızla adım atmak gerekiyordu. Bu nedenle gönül bağım var dedim. Zaten bugün geriye dönüp bakıldığında, hemen herkes, Mavi Akım Projesi’nin ne denli isabetli olduğu konusunda hemfikir.
A.S.: Rusya’ya aşırı bağımlılığı bir tehdit olarak görmediniz mi? Alternatif kaynaklar gündeme getirilemez miydi?
M.Y.: Bu bağımlılık konusunu çok tartıştık. Bu nedenle alternatif kaynak arayışlarımızı yoğunlaştırdık. LNG santralleri bir seçenekti. Zaten başta ABD olmak üzere, Batılı dostlarımız bu seçeneğin üzerinde duruyorlardı. Ama bu pahalı bir yöntemdi. Maliyeti yüksekti. Bu seçenek üzerinde durulsaydı bugün doğal gaz fiyatları yüzde 30-40 nispetinde daha pahalı olacaktı. Refahyol hükümeti döneminde BOTAŞ Genel Müdürlüğü birisi İskenderun’da diğeri Aliağa’da iki adet LNG terminal projesi üzerinde çalışmış. Bu amaçla Total ve Amoco’yla yapılan görüşmelerle, Yemen ve Mısır’dan gaz alımı ve bunun için sıvılaştırma tesislerinin kurulmasını kapsayan entegre bir çalışma değerlendirildi. Hatta Mutabakat Zabıtları, kurulacak şirketlere ortaklık sözleşmeleri dahi imzalandı. Daha sonra, arzu edilen gaz fiyatları sağlanamadığı için bu projeler iptal edildi.
Aliağa ve İskenderun’a LNG terminalleri yapılıp LNG ithal edilebilirdi. Bu anlaşmalar entegre proje olacaktı. Yani BOTAŞ’ın da o ülkelerdeki LNG sıvılaştırma ve gaz üretim sahalarına ortak olması öngörülüyordu. Bu projeler böyle entegre düşünülünce, milyar dolarlar mertebesine çıkan yatırımların karşılanması gerekiyordu. LNG taşıma gemileri gerekiyordu. Milyarlarca dolarlık yatırım; hayır sadece LNG alalım, gerisine karışmayalım denildiğinde ise bu projelerin finanse edilebilmeleri için uzun dönemli alım-satım anlaşmaları imzalanması gerekliydi. O tarihlerde LNG fiyatları çok pahalıydı. Mavi Akım’dan gelecek gaza göre 25-30 dolar daha pahalıydı. Biz Mavi Akım’ı gerçekleştirmemiş olsaydık LNG alım fiyatlarımız uzun dönemli anlaşmalara göre belirlenecekti. LNG fiyatlarının spot piyasadaki düşüşlerinden de yararlanamayacaktık.
Türkmen gazına da büyük önem verdik. Ciddi temaslarımız oldu. 30 milyar metreküp için çalışmalar yürüttük. Bunun bir bölümü Avrupa’ya satılacaktı. Ancak, işin içyüzü kamuoyuna yansıtıldığı gibi değildi. Bu seçenek olgunlaşmamış bir projeydi. Hazar’ın statüsü ayrı bir sorundu ama asıl mesele Türkmen-Azeri çekişmesiydi. 2000 yılı ortalarında bu proje hâlâ tartışılıyordu. Türkiye’nin acelesi vardı. 2001 yılına geldiğimizde Türkmenistan gazın getirilmesiyle ilgili üzerine düşen hiçbir şeyi yapmadığı gibi Türkmenistan ile Türkiye arasında döşenecek boru hattına yatırımı yapacak şirketin görevlendirmesini de iptal etti. Tabii Azerbaycan’da Şahdeniz’de gaz bulunması, TPAO’da bu projeye ortak olması ve bulunan bu gazın da Türk pazarına hedeflenmesi Türkmenistan gazının Türkiye’ye ulaşmasında bir rekabet unsuru olarak ortaya çıkmıştır. O zaman hızlı adım atmasaydık, bugün enerji sorunumuz çok daha vahim olacaktı. Ciddiye alınacak başka bir alternatif de yoktu.
A.S.: Rusya’ya bağımlılık…
M.Y.: 1980’lerde Sovyetlere atılan işbirliği tohumlarının kısa sürede nasıl yeşerdiğini gördük. 1980’lerin sonunda ve 1990’larda Rusya’da büyük işler yaptık. Türk özel sektörü Rusya’da destan yazdı. Bu bizim açtığımız yoldan gerçekleştirildi. Ekonomik bağımlılığı sadece bir başlıkla değerlendirmek yanlış olur. Günümüzde asıl olan karşılıklı bağımlılıktır. Ekonomik ilişkileri bir bütün olarak ele almak gerekir. Bu nedenle biz sadece doğal gazdaki bağımlılık yerine resmin bütününü görerek karar verdik. Sonuç, tam anlamıyla muazzam bir karşılıklı bağımlılıktı.
A.S.: Efendim, Rusya’nın son yıllarda enerji bağımlılığı olan bazı ülkeleri nasıl terbiye ettiğini izliyoruz. Sınır komşularıyla sürekli bir enerji krizi yaşanmıyor mu? Aynı şeyin bizim başımıza da gelmeyeceği ne malum? Rusya enerjiyi bize karşı bir tehdit olarak kullanamaz mı?
M.Y.: Rusya, Sovyetler döneminden beri Batı’ya doğal gaz satıyor. Yanılmıyorsam ilk satış Avusturya’ya OMV’ye. Sonra 1973’de Batı Almanya. Sonra diğer Avrupa ülkeleri ve Türkiye. Rusya son derece güvenilir bir tedarikçi. Batı’yla gerçekleştirdiği ticarette bugüne kadar bir sıkıntı olmadı. Soğuk Savaş döneminde bile Sovyetler Birliği Avrupa’nın gazını hiç kesmedi.
A.S.: Ukrayna, Gürcistan, Beyaz Rusya…
M.Y.: Bakın onlar serbest ticaret esaslarına göre anlaşmalar yapılmış ülkeler değil. Eski Sovyet ülkeleri. Aralarında farklı bir ilişki var. Gaz çok daha ucuz fiyattan veriliyor. Tabii komşuluk ilişkileri de farklı. Rusya onları hâlâ arka bahçeleri gibi görüyor. Yani ilişkinin biçimi farklı. Rusya’nın o ülkeler üzerindeki baskısının başka başka boyutları var. Bu nedenle enerjiyi dış politikada bir silah olarak kullanıyor. Bizim için veya Batı için aynı şey geçerli değil, çok kapsamlı anlaşmalar var.
A.S.: Sayın Başbakan, ben Türkmen gazı seçeneğini soracaktım, ancak siz o konuya zaten girdiniz. Mavi Akım’la ilgili aceleci yaklaşımınız, Türkmen gazının önünü kesmedi mi? Türkiye’nin Orta Asya politikasına darbe vurmadı mı? Türkmen gazı, Rus gazından daha ucuz değil miydi?
M.Y.: Türkmen gazı konusunda daha fazla konuşup rahmetli Türkmenbaşı’nın hatırasına saygısızlık etmek istemiyorum, ayrıca Türkiye-Türkmenistan ilişkilerine de olumsuz etkisi olabilecek yanlış yorumlara da sebebiyet vermek istemem. Bu seçenek o tarihte, olgunlaşmamış bir seçenekti. Ütopik bir projeydi. Neden böyle olduğunun detaylarını araştırmak, gazetecilere ve enerji uzmanlarına düşüyor. Bu nedenle, ben bu konuda konuşmak istemiyorum. Sadece şunu ifade edeyim, dönemin başbakanı olarak ifade edeyim ki, bu seçenek üzerinde gerektiğinden fazla durduk, bu projenin gerçekleşmesini hem istedik hem de ciddi çaba sarf ettik.
A.S.: Peki yanlış anlamadıysam, bir de ipucu verdiniz, Azerbaycan-Türkmenistan ilişkileri dediniz.
M.Y.: Sadece o değil. ABD yönetimi ve enerji şirketlerinin de payı var. Türkmenistan-Türkiye-Avrupa DGBH Projesi’yle Türkmenistan’ın güneyindeki sahalarda üretilen doğalgazın Hazar geçişli bir boru hattıyla Türkiye’ye ve Türkiye üzerinden Avrupa’ya taşınmasını amaçlamıştık. Bu paralelde, 29 Ekim 1998 tarihinde, Türkiye ve Türkmenistan devlet başkanları tarafından Hazar geçişli Türkmenistan-Türkiye-Avrupa doğal gaz projesinin gerçekleştirilmesine yönelik bir Çerçeve Anlaşması imzalandı. Bu anlaşmaya bizzat Cumhurbaşkanı Sayın Süleyman Demirel imza attı. Anlaşmaya göre; 30 milyar m3 Türkmen gazının 16 milyar m3’ü Türkiye’ye, 14 milyar m3’ü Avrupa’ya taşınacaktı. Ama şunu da belirtmem gerekir ki, Ruslar, Ukrayna geçişi olmayacağı için, Mavi Akım’a büyük önem veriyorlardı. Nihayet Rus gazı, Ukrayna’sız Türkiye’ye ulaşacaktı. Türkiye pazarına ulaşmak için 4 ülke geçmek yerine doğrudan Türkiye’ye ulaşacaklar ve en önemlisi güzergâh çeşitlendirmesi yapacaklardı. Bu nedenle Ruslar daha ciddi ve hızlı adımlar atıyorlardı.
A.S.: Peki, diğer bir konu. TBMM’deki bir konuşmanızda, dönemin ABD büyükelçisinin Mavi Akım nedeniyle tehdit ettiğini ifade ettiniz. Kitabımın önsözünde bu ifadelere aynen yer veriyorum. Sayın Başbakan, malumunuz, büyükelçiler son derece diplomatik ifadeler kullanarak, anlatmak istedikleri şeyleri dolaylı mesajlarla iletirler. Sizin ifadenizde, büyükelçi alenen, açıkça tehdit ediyor. Bir yanlış anlama söz konusu olamaz mı?
M.Y.: Sayın Sezer. Ben başbakanlık yapmadan önce, Dışişleri bakanlığı da yaptım. İfadeleri nasıl anlamam gerektiği konusunda son derece ihtiyatlı yaklaşım sergilerim.
A.S.: Efendim, biliyorum ancak ben yine de altını çizmek amacıyla sordum…
M.Y.: Bu konu sadece bana yönelik bir girişim değildi. Bir bakanım da benzeri bir olayı bana aktardı.
A.S.: Cumhur Ersümer Bey mi?
M.Y.: Hayır, hayır, Ahat Andican. Aynı büyükelçi, Andican’a diyor ki, “Biz Atlantik’in diğer yakasında bu projeye sıcak bakmıyoruz. Bunun mutlaka bir bedeli olur.” Sizce son derece net değil mi? Büyükelçinin bir de Cavit Kavak’la görüşmesi var. Cavit Kavak’a diyor ki, “Mavi Akım Anlaşması TBMM’de onaylanırsa, Mesut Yılmaz’ın yıl sonunda ABD’ye yapacağı ziyaret gerçekleşmez.”
A.S.: Bir büyükelçi, bir ülkenin başbakanını, bakanını açıkça tehdit mi ediyor?
M.Y.: Evet, aynen öyle. Ama neticede ciddiye almıyoruz.
A.S.: Amerika seyahatinizde Clinton’ın danışmanları da “biz bu projeyi istemiyoruz” diyorlar. Ancak siz, ‘bu projeyi yapacağım’ diyorsunuz. Bütün bunların bir maliyeti de oluyor, doğal olarak…
M.Y.: Evet oluyor ama bu riski ülke için göze almak gerekiyordu. Aldık. Üstelik bu projenin getirisi kısa dönemli değildi, yani benim iktidarıma yaramayacaktı, ancak ülke orta ve uzun vadede kazanacaktı. Kazandı da nitekim. Benim politika anlayışım buydu. Pişman da olmadım.
A.S. : Efendim, Rauf Tamer bir yazısında, “Bu proje Türkiye’nin lehineyse bile, Mesut Yılmaz’ın aleyhine olacak” şeklinde yazdı. O dönem bu yazıyı görmüş müydünüz acaba?
M.Y. : Hayır, görmedim.
A.S. : Rauf Tamer aynı yazısında, Mavi Akım karşıtı cephenin ANAP’ta da mevcut olduğuna dikkat çekmişti.
M.Y. : Olabilir, siyaset bir mücadele işidir. Yanımızdaki bazı arkadaşlar farklı düşünmüş olabilir.
A.S. : Efendim, bu son derece iyi niyetli bir yaklaşım değil mi? Bir parti içerisinde böylesine büyük bir projede nasıl farklı sesler çıkabilir ki? Projeye sahip olunması gerekmiyor muydu? Kendi partiniz içerisinde farklı düşünenler olursa, kamuoyunda ve uluslararası planda bu projeye karşı farklı seslerin çıkması normal karşılanmaz mı?
M.Y. : Sayın Sezer, bu proje TBMM’de ittifakla kabul edilmiş bir projedir. Tüm partilerin desteklediği bir projedir.
A.S. : Sayın Başbakan anlıyorum, ancak Samsun-Ankara hattının ihalesiz olarak Bir Rus firması ile Öztaş-Hazinedaroğlu-Stroytransgaz’ın oluşturduğu konsorsiyuma verilmesi var. Bu konsorsiyuma zamansız avans ödemesi iddiaları var. “Al ya da öde” var. Pahalı fiyat iddiası var. Sizin ABD ve Moskova gezileriniz var. Hukuken açılmış soruşturmalar var. Dolayısıyla kamuoyunda bu proje hakkında oluşmuş bir yargı var..
M.Y. : Evet, kamuoyunda oluşmuş değil oluşturulmuş olumsuz yargı var. Peşinen şunu söyleyeyim. Bu proje nedeniyle bakanlarım ve bütün bürokratlarım yargılandı. Yüce Divan’da yargılandı. Hepsi beraat etti. Sizin belirttiğiniz konular dışında başka şeyler de vardı. Bir enerji uzmanı, CHP ve AKP dahil birçok siyasi partiye girip çıkan, CHP’den milletvekili adayı olmuş, AKP’ye danışmanlık yapmış bu zat diyordu ki, denizin 2000 metre derininde boru olmaz, korozyon filan. O kadar gayri ciddi suçlama ve tenkitlerle karşılaştık ki, yaptığımız işten şüphe eder duruma geldik. Bir enerji uzmanı olmak kolay mı? Ruslar projenin yapılabilirliğini iddia ediyor. Yatırımcı para yatırıyor, firmalar yatırım yapıyor, boru hattını denizin altına döşemek için firmalar yarışıyor dahası var, yanılmıyorsam Norveç’te uzman bir kuruluşun yapılabilirlik raporu var, ismi galiba..
A.S. : “Det Norske Veritas.”
M.Y. : Evet, Veritas. Bizim uzman tutturmuş “Bu derinlikte örneği yok” diyor, kapı kapı dolaşıyor, projeye muhalefeti kendine görev ediniyor. Her şeyin bir ilki vardır. Onu da biz yaptırdık. “Al ya da öde” ve pahalı fiyat gibi konular da gayri ciddidir. Bunlar gayri ciddidir. Bunların enerji uzmanı tarafından dile getirilmesi talihsizliktir. Enerji uzmanı böyle gayri ciddi konuşursa, köşe yazarı da yazar tabii. Mavi Akım’a karşı sistemli ve organize bir saldırı yapıldı. Ayrıca, OHS Konsorsiyumu’yla ilgili olarak benim veya partimin bir tasarrufu söz konusu değildir. Her şey hukuki mecrasında yürümüştür. Neticede tüm işlemler hukuka da konu olmuştur ve davalar beraatla sonuçlanmıştır.
A.S. : Sayın Başbakan bir de DPT yazıları ve görüşleri var. Talep tahminlerinin abartıldığı konusu var. Sırf Mavi Akım’ı gerekli gösterebilmek için talep tahminlerinin abartıldığı iddiası var.
M.Y. : Evet, DPT’nin başında benim göreve getirdiğim bilim adamı kimliği ön planda olan Güvenen var. Sağa sola yazılar yazıyor. Yazdığı yazıların içeriğini medyayla paylaşıyor. Basın toplantıları düzenliyor. Meşhur bir yazısı var. Enerji Bakanlığı’na muhatap bir yazı. Tarihi 30 Haziran 1999. 8-10 sayfalık bir yazı. Yazıyı yazıyor ve hemen o hafta sonu gazetecileri kahvaltılı basın toplantısına çağırıyor. Yazı daha Enerji Bakanlığı’na yeni ulaşmış devletin müsteşarı basında lobi yapıyor. Bu yazı öncesi gelen santral başvurularını incelemiş ve hepsine olumlu raporu veren bu Müsteşar, birden Enerji Bakanlığı’na arz fazlalığıyla ilgili yazı yazıyor. Sormazlar mı, peki o tarihe kadar niye bu santrallere izin verdin? Bu yazının ilk birkaç paragrafını okuduğumda, DPT Müsteşarlığı’na yapmış olduğum atamadaki hatamı anlamış oldum. Daha birinci sayfayı okuduktan sonra, yazının devamının nasıl geleceğini tahmin etmiştim. (Bu sırada, Sayın Yılmaz arşivinden bir dosya alarak, söz konusu yazıyı çıkarttı ve okumaya başladı.
“Enerji planlamasının amacı ülkemizin gelecek yıllardaki elektrik enerjisi ihtiyacının optimal sistem gelişim planlaması çerçevesinde kaliteli, kesintisiz güvenli ve mümkün olan en düşük maliyetle karşılanmasını temin etmektir. Böyle bir çalışmanın çevre, teknoloji, arz güvenliği, enerji kaynakları, ekonomi, finansman ve talep gibi parametreleri de içerecek ve bölgeler itibarıyla arz-talep dengesizliğine yol açmayacak tarzda optimizasyon sağlanması gerekmektedir. Dolayısıyla çalışmanın sonucunda, öngörülen talebi karşılamak için gerekli santral, iletim ve dağıtım projelerinin nitelikleri, kapasiteleri ve lokasyonları ülke optimumunu sağlayacak şekilde belirlenmiş olacaktır.
Enerji sektöründe şu ana kadar oluşan yapı ve Müsteşarlığımız tarafından Bakanlık’la yapılan muhtelif yazışmalarda gündeme getirilmesine rağmen yukarıda tanımlanan enerji planlaması anlayışından uzak uygulamalar sonucunda çok sayıda santral projesiyle ileri aşamalara getirilmiş olan görüşmeler bu tür bir planlama anlayışının sektörde uygulanmasını bugün için imkânsız kılmaktadır.”
Sayın Sezer, Müsteşar bu yazının bir örneğini de Cumhurbaşkanlığı’na göndermiş. Güvenen önce bir kitabi açıklama yapıp, işin nasıl yapılması gerektiğini öğretiyor, sonra da, bu iş zaten artık sizinle yapılamaz demeye getiriyor. Yıllardır bürokraside çalışan, üstelik Devlet İstatistik Ensitüsünde de başkanlık yapan birisi, sanki Türkiye’yi hiç tanımıyormuş gibi ahkâm kesiyor. 30 Haziran 1999 öncesi gelen bütün projelere uygun görüş verilmiş. 30 Haziran’da ne değişti? Hatırlarsanız, Güvenen Soruşturma Komisyonu ifadelerinde, Türkiye’deki tüm istatistiklerin yüzde 30-40 oranında hata içerdiğini de belirtmişti. Türkiye enerji konusunda o anki konumuna son bir, iki yılda mı geldi? Demek ki, DPT bugüne kadar havanda su dövdü. Ya da tüm siyasi iktidarlar DPT’yi ciddiye almadı? Talep tahminleri konusuna gelince, daha Mavi Akım plato değerine ulaşmadan, 2008 yılında Türkiye’nin doğa lgaz ithalatı 38 milyar metreküp oldu. Üstelik bu arada Türkiye iki büyük deprem ve bir büyük kriz yaşadı. Son kriz de enerji talebinde düşüş yarattı. 2015-2020 yıllarında 55-60 milyar metreküpü bulacağız. Yapılan tahmin ve projeksiyonlar doğrudur. Düşünebiliyor musunuz, DPT daha on yılı öngöremiyor. İşin ilginç tarafı, DPT bütün bu yapılanları siyasi açıdan yapmıyor. Güya bilimsel davranılıyor. Türkiye gerçeğini siyasetçiler daha iyi biliyor. Nitekim bizden öncekiler de aynı şekilde hareket etmişlerdi. 2001 yılında önüme bir DPT yazısı daha getirdiler. Bu defa Akın İzmirlioğlu imzalamış. Diyor ki Müsteşar, Sayın Yılmaz bu defa bu yazıyı okuyor. “Enerji her şeyden önce ekonomik bir girdidir… 1 kWh’lik enerji açığının ekonomiye maliyeti 1 kWh’lik enerji fazlasının TEAŞ’a maliyetinin yaklaşık beş katı büyüklüğündedir.” Şimdi bakın, olmayan enerjinin maliyeti 5 kat daha büyük deniliyor. Bu doğru. Türkiye gibi hızla kalkınmak zorunda olan bir ülke için bence bu oran daha fazladır. Aynı yazıda, DPT bize “projelerle ilgili işlemelerin hızlandırılması kararınıza ve gereğine iştirak edilmektedir” diyor. Tarih 30 Nisan 2001. İki yıldan daha az sürede, birbiriyle tamamen çelişen iki ayrı DPT yazısı…
Unutulmaması gereken önemli bir nokta da, Mavi Akım rahmetli Bülent Ecevit’in her aşamada, netice itibarıyla, oluruyla sonuçlandırılmış bir projedir. Onun katkısı unutulmamalıdır.
A.S. : Erbakan ve Recai Kutan beylerin başlattığı, Ecevit’le birlikte sonuçlandırılan bir proje.
M.Y. : Evet, projeyle ilgili olumlu bir şey söylenecekse, bu şahısların da isminin mutlaka anılması gerekiyor. Eleştirileri ve suçlamaları zaten ben ve arkadaşlarım üzerimize aldık.
A.S. : Üzerinize yıkıldı…
M.Y. : Ama Türkiye kazandı. Öyle değil mi?
A.S. : Sayın Başbakan geçtiğimiz yıllarda (2004) yaptığınız bir söyleşide, AKP döneminde Rusya ile yapılan düzenlemelerden ötürü AKP hükümetinin Yüce Divan’lık olacağını söylemiştiniz. Bugün hâlâ bu yönde mi düşünüyorsunuz?
M.Y. : Bugünkü iktidar ve muhalefet, bizim Rusya’yla yaptığımız Mavi Akım Anlaşması’nın Türkiye için hem pahalı hem zararlı proje olduğunu belirtiyordu. Oysa Mavi Akım’dan ithal edilen doğal gaz en ucuz gazdı. Ruslar 3-4 milyar dolar yatırım yapmış ve birçok transit ülkeyi aradan çıkararak gazı Samsun’a getirmiş. Hem de Batı hattından getirdiği fiyata. AKP, sehven yapılmış basit bir tapaj hatası nedeniyle Ruslarla pazarlık yaptı. Kapalı kapılar ardında yapılan bu pazarlıklarda neler döndüğü günü geldiğinde ortaya çıkacaktır. Ruslarla eğer pazarlık masasına oturduysan doğru dürüst pazarlık edeceksin. Türkiye milyarlarca dolarlık zarara uğradı. Bu nedenle Mavi Akım’da Yüce Divan süreci başlayacak. Zaten Enerji Üst Kurulu değişiklik tasdikini yaparken “Hazineye ilave külfet getirmemek kaydı ile onaylıyorum diyerek onaylıyor. Böyle bir olay daha yok Türkiye Cumhuriyeti tarihinde.” Enerji Üst Kurulu bile yapılan müzakerelerden gelen pis kokulardan rahatsız. Kendisinin bir noter mercii gibi olmaması için ilgili kuruma yeni fiyatın sorumluluğu sendedir diyor. Kim bilir bu kuruma da nasıl bir baskı geldi?
A.S. : Konumuzla ilgisi yok ama yine de gündeme getirmek istiyorum. Sayın Başbakan, 2004’te yaptığınız söyleşide diyorsunuz ki, “Bu yılın ikinci yarısında hükümetin içeride ve dışarıda etkin çevrelerle yaşadığı gerginlik artacak, hükümetin ABD ve İsrail’le ilişkileri gergin. Ben bunun önümüzdeki dönemde daha da artacağı kanısındayım. Hükümet bu sene sonuna doğru askerle de bozuşabilir.” Bu tahmininiz, bir eski Başbakan olarak son derece önemli. Geçtiğimiz yıllara bakınca aynen böyle olduğunu görüyoruz. Bundan sonrası için öngörülerinizi sorabilir miyim?
M.Y. : Bu başka ve çok geniş bir mevzu. Bu konuyu ayrıca konuşuruz. Enerjiyle devam edelim mi?..
A.S. : Sayın Başbakan ben de zaten Mavi Akım’a gerçekten gönül vermiş biri olarak karşınızdayım. Kitabın tümünde bunu net olarak ifade ediyorum. Bu proje dolayısıyla iktidar, hatta prestij kaybettiniz ancak, bendeki yansıması farklı oldu. Ben sırf bu nedenle siyasete girdim. Size ve ANAP’a büyük haksızlık yapıldığını biliyorum. Peki, bazılarına göre işin özü, ama bana göre de detay olan soruları bir tarafa bırakıp, kişisel merakımı gidermek amacıyla bir- iki soru sormak istiyorum. Medyanın yoğun olarak üzerinize geldiği bir dönemde, Emin Çölaşan gibi, yolsuzluklardan sorumlu bir gazetecinin aleyhte yazmamasını nasıl değerlendirdiniz acaba?
M.Y. : Çölaşan önce sağduyu sahibi bir insanmış, sonra gazeteci. Zaten öyle bir kitabı da vardı.
A.S. : Yüce Divan yargılamaları devam ederken 2006 yılında Yalçın Doğan, “Mavi Akım’da İsabet” şeklinde bir yazı kaleme aldı. Bu yazıyı görmüş müydünüz?
M.Y. : Evet. Geç kalmış bir yazı olmuş. Biz haklı olduğumuzu zaten biliyorduk. Başkalarının da fark etmiş olması benim değil onların hanesine artı yazar.
A.S. : Gördüğüm kadarıyla bu projenin gerçekleştirilmiş olmasından hiç pişman değilsiniz. Açık söyleyeyim, bu durumdan çok mutlu oldum. Ben hep bu proje olmasaydı ne olurdu sorusuna yanıt aradım. Enerji uzmanı arkadaşlarıma sordum. Aldığım ortak yanıt şu oldu. “AKP ikinci kez iktidara gelemezdi. İktidarın ilk yıllarında ciddi bir enerji darboğazıyla karşılaşırlardı şeklinde.”
M.Y. : ‘Mavi Akım olmasaydı bugün ne olurdu?’ sorusunu, siz en iyisi bugünkü iktidara sorun. Zaten Hilmi Güler, Yüce Divan’da, “iyi oldu filan” demiş. Belki alternatif kaynaklar devreye gecikmeli olarak girerdi. Daha fazla fiyat öderdik. Türkmen gazı da gelmeyeceği için, bu defa Mavi Akım’da geç kalındı veya uygulanmadı diye yine biz suçlanırdık. Cumhur Bey suçlanırdı. Söylenmedik laf bırakılmazdı. Arkamızdan, korkak ve beceriksiz derlerdi. Mavi Akım devreye girdiğinden beri kış aylarında Türkiye her istediğinde sözleşme miktarının üzerinde gazı rahatça aldı. Birkaç yıldır devam eden Ukrayna-Rusya krizinde Avrupa gazsız kalırken Türkiye hiçbir sorun yaşamadı. Sayın Erdoğan Mavi Akım’dan o kadar memnun ki, ikinci Mavi Akım Projesi’ni daha 2005 yılında gündeme getirdi.
A.S. : Başbakan Erdoğan’ın Berlusconi’yle sağladığı yakınlık ve onu nikâh şahidi olmaya kadar götüren sürecin kamuoyunda pek anlaşılmadığı kanaatindeyim. Bu ilişkide de Mavi Akım etkisi var değil mi?
M.Y. : Evet, kesinlikle. AKP, Ruslarla güya fiyat müzakeresi yaparken Berlusconi de devreye girdi. Projenin yarısı İtalyanların. Hatta İtalyan Sanayi Bakanı Marzano’nun sırf bu amaçla görüşmeler yapmak için Türkiye’ye geldiği de yazıldı. Yani, sadece Ruslar değil İtalyanlar da bu projede var. İtalyanlar daha sonra enerji işlerinde çok aktif olmaya başladılar Türkiye’de. Kimlerin aracı olduğu basında yazıldı. Kimler bu işi çözmek için bir pazar günü Erdoğan’ın İstanbul’daki evinde saatlerce görüşüp aracılık yaptı. Hangi iş adamları aracılık yaparken bakanın huzurunda bürokratı tehdit etti? Bunlar devletin arşivlerinde yazılıdır. Bir de arşivlere girmeyenler var. Kimler Moskova’da, Soçi’de, Karadeniz’deki yat gezisinde neler konuşuldu? Bu görüşmelere ilişkin ayrıntılar devletin arşivinde niçin yok. Bunlar hep açıklığa kavuşturulması gereken sorular.
A.S. : Enerji konusuna tekrar dönersek. Son yıllarda tek parti iktidarı döneminde enerji konusunda atılan adımları yeterli buluyor musunuz? Doğru işler yapıldığı kanaatinde misiniz?
M.Y. : Ne yazık ki hayır. AKP’nin web sayfasında AK icraatlar diye bir bölüm var. Zaman zaman icraatlarını oradan takip ediyorum. Kendi hazırladıkları bir veri olduğu için birinci elden bilgi anlamına geliyor. Sanırım birileri önce başbakanla sonra Türk halkıyla alay ediyor. Enerji alanında atılan adımları son derece yetersiz ve gayri ciddi buluyorum. Üstelik şaibeli adımların da olduğunu söyleyebilirim.
A.S. : Sayın Başbakan, siyaseten değil de teknik olarak değerlendirirsek.
M.Y. : Son 8 senedir bir Tuz Gölü doğal gaz yer altı depolama tesisini bile yapamadılar. 2010 yılında bile bu konuda hâlâ ihale süreçleriyle uğraşıyorlar. Zaten, sorun da bu. Teknik olarak değerlendirebileceğimiz bir şey yok ki. Bizim gerçekleştirdiğimiz yap-işlet santralleri sayesinde 55-60 ay bolluk içinde elektriğe zam yapılmadan seçimlere gidildi ve ikinci kez kazanıldı. Yapılan her şey siyaseten yapılıyor. Şaibeler bu nedenle ön plana çıkıyor.
A.S. : Ne gibi?..
M.Y. : Ben öncelikle şuna bakarım. Bu kadar uzun süren tek parti iktidarı döneminde, enerji de yabancı kaynaklara bağımlılığın payı ne ölçüde azaltıldı. Nükleer konusunda nasıl adımlar atıldı. Sonuç ne oldu. Sonra, bazı enerji şirketleri ön plana çıktı. Biz BOTAŞ’ı ön plana çıkartıyoruz diye, başımıza gelmeyen iş kalmadı. Soruyordunuz, Rusya’ya bağımlılık ne oluyor diye. İşte bunun cevabını şimdi AKP verecek. İlk Batı hattının süresi sona eriyor. Rusya’dan resmen 30 milyar metreküp gaz alacak mıyız, almayacak mıyız? Rusya’ya bağımlılık konusu şimdi tartışılsın. Merakla bekliyorum bu tartışmayı. Özellikle bazı gazetecilerin tavrını merak ediyorum. İkinci Mavi Akım projesi konuşuluyor. Ruslarla nükleer enerji gündemde, hem dünya fiyatlarının iki katına, hem de alım garantileri verilerek, birinci Batı hattının süresinin uzatılması konuşuluyor. Geçmişte Mavi Akım’a büyük ilgi gösteren köşe yazarları bu konularda hiçbir yorum yapmıyorlar.
A.S. : Belki de yazmaktan çekiniyorlardır.
M.Y. : Çekinecek ne olabilir ki, Türkiye’nin bizim dönemlerimize göre daha demokratik bir ülke olduğu iddia edilmiyor mu?
A.S. : O zaman belki de mahcubiyetten soramıyorlar. Nükleer enerjiye karşı mısınız?
M.Y. : Hayır değilim, çok geç kalındı.
A.S. : Ruslarla yapılmasına ne diyorsunuz?
M.Y. : Bu aşamada benim ne söylediğimin bir anlamı yok. Asıl, Rusya’ya bağımlılık konusunu yüksek perdeden gündeme getirenlerin şimdi bir şey söylememeleri daha önemli değil mi?
A.S. : Söyleyemiyorlar mı?
M.Y. : Bu AKP dönemindeki demokrasinin kalitesiyle de ilgili. Sizce öyle değil mi?
A.S. : Gündemde daha önemli konular olduğu için, bu konu ikinci planda kalıyor olabilir. Zaman meselesi.
M.Y. : Enerji demokrasiye benzer, Sayın Sezer, asıl değeri olmadığı zaman anlaşılır.
A.S. : Türkiye’nin çok sorunu var. Enerji sanırım en önemlilerinden birisi. Siz enerji başlığı gündeme geldiğinde ne düşünüyorsunuz genel olarak?
M.Y. : Biz maalesef enerji kaynakları yeterli bir ülke değiliz. Yıllardan beri enerji sorunu hep gündemin ön sıralarında olmuştur. Güneş-rüzgâr ve hidroelektrik gibi kaynaklar çok önemli ancak bunların sürdürülebilir kaynak olup olmadığına bakmak lazım. Bu kaynakların genel arzdaki paylarının artırılması çok önemli ancak bu başka bir şey. Bu nedenle, sürdürülebilir kaynaklara göz atmak gerekiyor. Bunlar, bildiniz gibi nükleer, kömür, doğalgaz. Doğal gazda dışa bağılıyız. Kömürle ilgili kalite sorunu var. Bu nedenle nükleer ön plana çıkıyor. Böyle bakmak lazım.
Bir de şu mesele var. Son yıllarda sübvanse edilen elektrik fiyatlarının, kamuya maliyetinin 13,5 milyar TL mertebesinde olduğu ifade ediliyor. Enerji alanında saygın bir ismin, bir öğretim üyesi profesörün İstanbul Sanayi Odası’nda yapmış olduğu bir sunumda kullandığı tablo gerçekten son derece çarpıcı bir durumu gözler önüne seriyor.
Sayın Sezer, tam 62 ay boyunca, elektrik fiyatlarının sabit tutulduğunu söyleyebiliriz. Bu, ekonomi kuralları içerisinde nasıl ve neden yapıldı, izah etmek çok güç. Elbette, siyasi mülahazalarla. Bu kaynak, başka bir amaçla değil, sadece enerji yatırımlarına yönlendirilmiş olsaydı, sanırım bugün enerji arzı kapasitemiz daha farklı bir noktada olurdu. Tüm dünyada enerji fiyatları çok hızlı bir şekilde artarken, doğal gaz, petrol fiyatları artarken kaynak nereden bulundu? Bizim dönemimizde yaratılan elektrik üretim kapasiteleri ile beş yıl yeni yatırıma ihtiyaç duyulmadı. Popülist yaklaşımla yeni yatırımlara fon yaratmadan elektrik fiyatlarını BOTAŞ’ın, yani kamunun cebinden sübvanse ettiler. Hesap ortada. Elektriğin yarısı doğal gazdan üretiliyor. Uzmanlar 1 m3 gaz ile 5 kwh elektrik ürettiklerini söylüyorlar. Yatırım bedellerini bir taraf bırakın. Türkiye 200 milyar kwh elektrik üretiyorsa, bunun yarısı yani 100 milyarı doğalgazdan üretiliyorsa, bunun için 20 milyar m3 gaz yakılıyorsa ayrıca doğalgaz fiyatını da ikiye üçe katlanıyorsa hesap ortada. Bu bedel sistemin içinde bir borç sarmalı olarak zincirin en sonundaki BOTAŞ’ın üzerine bindi. Bu gerçekleri benim vatandaşım ne zaman fark edecek çok merak ediyorum. Bakın size anlattığım hesap için uzman olmaya gerek yok. Köşe yazarları bile bunu anlar. Ama ne zaman yazacaklar merak ediyorum.
A.S. : Kamuda koordinasyon sorunu da var sanırım. Enerji konusunda bir ekip çalışması gerçekleştirilemiyor galiba. Hatta AKP’nin iki Enerji bakanı arasında bile sorunu algılama ve sonuçlandırmada yöntem farkı var.
M.Y. : Evet, ancak birisi doğrudan sektörün içerisinden geliyor. Sayın Sezer, ülkemizde pek çok alanda olduğu gibi, enerji inisiyatifini sürükleyebilecek üst bir yapı kuruluşu bulunmadığını görmekteyiz. Oysa, diğer ülkelerde, istihbarat kuruluşları da dahil edilerek oluşturulan ajanslar aracılığıyla politikalar geliştirilmektedir. Enerji politikaları uzun soluklu olmalıdır. Devletin organları arasında eşgüdüm içinde olmalıdır. Gerçek uzmanlara ihtiyaç vardır. Siyasi tercihlerle enerji kurumlarına atamalar yaparsanız ülkenin geleceğini tehlikeye atarsınız. İçerisinde bulunduğumuz süreçte, kamu adına enerji işleriyle iştigal eden tüm yapıların bir çatı altında toplanabilmesi ve bütünsel bir bakışla Türkiye’nin iç ve dış enerji siyasetinin şekillendirilebilmesi son derece kritik bir konudur. Bugün kamuda enerji bürokrasisinin, politika geliştirmekten ziyade, uygulama sahaları içerinde yoğunlaştığını, hatta kaybolduğunu görmekteyiz. Yeni dönemde birlikte politika yaptığımız enerji uzmanı arkadaşlarımızın bu yönde ciddi çalışmaları var. Bu konuya her şeyden çok daha fazla önem vermek gerekir.
A.S. : Enerji güvenliği konusu da var.
M.Y. : Evet, enerji, asıl değeri olmadığı zaman anlaşılan bir üründür. Enerji tedarikinde güvenliği sağlayabilmek için arz-talep dengesi yerine, arzın ne kadar daha fazla sağlanması gerektiği konusu önem arz etmektedir. Enerji güvenliği ya da enerji arz güvenliği denildiğinde, enerjinin arz-talep dengesinden söz etmiş oluyoruz. Öncelikle buradaki denge tanımının eşitlik olarak algılanmasının süregelen bir yanılgı olduğunu görüyoruz. Oysa enerji arz-talep dengesi hiçbir şekilde arzın talebe eşit olduğu şeklinde algılanmamalıdır. Bu dengede, daima arzın talepten daha yüksek bir değerde bulunması esastır. Enerji sistemlerinde her halükârda bir arz yedeği bulundurulması gerekmektedir. Burada tartışma konusu olabilecek kısaca yedek olarak ifade ettiğimiz arz yedeğinin ne büyüklükte olacağıdır.
A.S. : Zaman ayırdığınız için tekrar çok teşekkür ediyorum, Sayın Başbakan.