Dr. Nevin Sütlaş
Mekkare sanırım Arapça bir kelime. Anlamı “yük taşıyan eşek” demekmiş. “Başkasının sırtına yük koyup taşıtacağıma, benim sırtıma yüklenmesine razıyım” diyerek kendi eşekliğimle hep övünmüşümdür. Kimsenin kimseyi sömürmediği bir dünyada yaşasaydık elbette ben de sömürülen olmaya talip olmazdım. Ancak “ya sömürürsün ya da sömürülürsün” düzeninde doğup büyüyünce, “sömüren olacağıma, bari eşekliği kabulleneyim” dedim. Bir gün bir dostumun beni tanımlarken ediverdiği “eyere de gelir, semere de” sözünü de pek yakıştırdım kendime. O nedenle adı Mekkare olan bir grupla tanışınca balıklama atlayıp en has üyelerinden biri oluvermiştim.
Mekkare grubunun yük taşıdığı falan yoktu elbette. Tersine, gündelik hayatın yükünü geçici bir süre indirmek için bir fırsat sunuyordu. Halis, Yunus ve Atilla üçlüsünün kurduğu, 30’a yakın katılımcısı olan gayri resmi bir trekking grubuydu Mekkare. Hafta sonları sabahın köründe toplanıp o günkü katılımcı sayısına göre önceden belirlenmiş bir araca doluşup şehirden kaçıyorduk. Bazen üç-beş, bazen de on-on beş kişi oluyorduk. 2-3 saatlik bir araba yolculuğundan sonra aracımızı park edip, orman içi bir patikadan dağa sarıyorduk. 3-4 saat kesintisiz yürüyor, sonra yemek ve dinleme molası veriyor ve giderken nirengi noktalarını bellediğimiz aynı yoldan geri yürüyorduk. Marmara bölgesinin bilinen trekking rotalarında yürümüşlüğümüz de vardır ama genellikle gözümüze ilişen herhangi bir patikaya dalıyor, bilmediğimiz yollardan, ne bulacağımızı bilmediğimiz yerlere doğru gitmenin heyecanını yaşıyorduk. Gün boyu doğanın kucağında olmanın ve keşfin hazzıyla doluyor, gece yarısı şehre döndüğümüzde yorgunluktan tükenmiş ama zevkten mayışmış oluyorduk.
Bazılarımızın söz dinlemeyip kafasına göre takılmasını önlemeye çalışırken tehlikeler yaşamışlığımız hatta ölümden dönmüşlüğümüz de vardır ama aslında öncü-soncu kontrolünde can güvenliğimizi garantileyerek yürüyor, bilerek hayatımızı riske atmıyorduk. Dağda, ormanda yürümenin en büyük zevklerinden biri de yabani meyve ağaçlarını talan etmekti. Ancak bu talan, meyvelerin zehirlisini ayırt etmeyi gerektiriyordu. O zamanlar elimizde akıllı telefonlar ve de gördüğünün üzerine telefon kamerasını tutup “bu da nedir” diye sorma şansı yoktu. O nedenle pek çok yenilebilir meyveyi de yiyemeden atladığımızı sonradan öğrendiğimizde hayıflanıyorduk.
Sonradan öğrenme meselesinde benim yöntemim şuydu: Yürüyüş sırasında görüp tanımadığım ağaç, çalı, çiçek ve meyvelerin fotoğrafını çekiyor, sonra fırsat buldukça ansiklopedi ve kitaplardan binbir zorlukla benzer fotoğraflar bularak ne olduklarını araştırıyordum. Bu araştırmalarda en eski ve en değerli orman botanikçimiz olan Prof. Faik Yaltırık’ın eserleri ve “Türkiye’nin Ağaç ve Çalıları” ansiklopedik kitabı en büyük yardımcımdı. Zevkli orman keşiflerinin sonradan araştırma boyutu da bütün zorluğuna rağmen çok zevkliydi. Birkaç yıl boyunca kar kış, yağmur çamur demeden her fırsatta trekkinge çıktığımız için, İstanbul’un yakın çevresindeki dağlarda yürümediğim patika, görmediğim tanımadığım bitki türü kalmamıştı Mekkare sayesinde. Ancak her güzel şey gibi o geziler de bitti sonunda.
Göçmenliğimin vatanı Amerika kıtası ise bambaşka bir floraya sahip olduğu için burada tanıdıklarımdan çok tanımadıklarımla rastlaşıyorum. Bu kıta çok büyük ve doğası çok zengin. Üstelik dünyanın dört bir yanında ne varsa toplayıp getirerek daha da zenginleştirmişler. O yüzden öğren öğren bitmiyor. Ben de şimdilerde şöyle bir taktik geliştirdim. Alışverişe her çıktığımda bilmediğim bir sebze ya da meyveyi satın alıp “gugıllıyor” ve onu öğreniyorum. Böylece tek tek yol almaya çalışıyorum. Bu sefer aldığım meyvenin adı guava. (aşağıdaki fotoğraf) Rengi ve şekli ayvayı andıran guavanın içi incir gibi minik çekirdeklerle tıka basa dolu. Tadıysa bana muşmulayı hatırlattı. Çocukluğumun bahçesinden meftun olduğum muşmulayla Mekkare yürüyüşlerinde rastlaştıkça duyduğum coşkuyu da.
Anavatanı Güneybatı Asya olan muşmula (medlar) çalıdan hallice küçük bir ağaçta yetişiyor. Türkiye’de az tanınıyorsa da aslında pek çok yerde yetişebiliyor. Avrupa’da da yetişiyor ama Amerika’da pek bilen yok. Elma, şeftali ayva gibi gülgiller sülalesinden ve aşırı yağışları sevmiyor. Baharda meyveye durabilmesi için de o sene kışın soğuk geçmesini istiyor. Ekim sonu olmadan ağaçtan toplanmıyor, kışa girerken olgunlaşmış ve yumuşamış oluyor. Meyvesi tıpkı Trabzon hurması gibi çürümeye yüz tutunca yenebiliyor. Rengi kahverengine döndüğünde yani mayalanmaya başlayıp mantar gibi göründüğünde tadı da mükemmelleşiyor. Ağızda tarçın serpilmiş hurma gibi bir tat bırakıyor ve ben bu tada bayılıyorum.
Elma, kayısı, şeftali, nektarin, erik, kiwi, kavun, mango, papaya, çarkıfelek meyvası, guava ve domates etilen gazı salan meyveler. Etilen gazı bizim büyüme hormonumuz gibi etki gösteren bir çeşit bitkisel hormon. O nedenle bu meyveler ile muşmula aynı kese kâğıdı içinde bekletilirse muşmulanın olgunlaşma süresi kısalıyor. Eğer daha da çabuk olgunlaşsın istenirse muz ve avokado gibi farklı türden etilen gazı üreten meyvelerle birlikte bekletilebilir.
Guava ise karşı yakanın, Meksika ve Karayip adalarının yerlisiymiş. Soğuya biraz dayanıyorsa da buzlu havada yaşayamadığından sadece tropikal ve subtropikal iklimlerde yetişebilirmiş. İspanya’nın Antalya’sı olan Malaga’da da yetiştirilebildiğini öğrenince belki bizim güney bölgelerimizde de yetişebilir diye düşünüp biraz bakındım ki bingooo: Silifke’de üretimine başlanmış bile. Ziraat mühendisi Mustafa Levent bu işin öncüsüymüş. 2018’de başlayan denemeler başarılı olmuş ve üretim katlanarak büyümekteymiş…
Guava, botanikçi diliyle bir “berry” yani çilekgillerden. Pek çok türü var ama en bilineni elma guavası. 5-15 cm çapında yuvarlak veya hafif oval meyveleri var. Adı İspanyolca Guayaba’dan geliyor ki anlamı jelimsi demek. Sahiden de kabuğun altındaki meyve incir kadar değilse de epeyce jel kıvamında. Tadının bana muşmulayı hatırlatması dışında bu iki meyvenin bir benzerliği yok. Uzaktan akraba bile değiller, ana vatanları da soyları sopları da bambaşka. Öyleyse bütün bunlar da nereden çıktı derseniz Rengigül Ural’ın babası Faik Yaltırık’ı tanıttığı bir yazıyı yeni okuyup Mekkareli günlerimi anımsadım da… Ülkemiz botaniği için değerli çalışmalar yapmış bu hocayı siz de tanımak istersiniz: Dördüncü Ölüm Yılında Babam Prof. Dr. Faik Yaltırık | Re Books and Arts. (*) Bu yazının çağrışımları nedeniyle guava yetiştiren çiftçilerimizin varlığını da öğrenmiş olunca, ülkemde güzel şeyler de oluyor diye umudum da tazelendi…
Yıllar önce televizyonda bir belgesel izlemiştim. İngiltere’den gelip ülkemize yerleşen bir kadının armutlarımız hakkında yaptığı gözlemsel bir çalışmayı konu ediyordu. Bitkiler konusunda eğitimi olan bu kadın yurdumuza ilk geldiğinde pazarda gördüğü armut çeşitliliğine bayılıp işin peşine düşmüş ve Anadolu’yu boydan boya dolaşarak altmışa yakın armut türünü kayda almış. Araştırmasının nedeni önceden böyle bir tür tespiti yapılmamış olmasıymış. Kadıncağızın programda yana yakıla anlattığıysa onun 20 yıllık gözlem süresince bu çeşitlerin pek çoğunun pazar tezgâhlarından yok olduğuydu. Yok olan türleri eskiden kendi gözlemlediği bölgelere yeniden gidip sorduğunda çoğu zaman o türü hatırlayanı bile bulamamış. “Benim gördüğüm süre içinde hızla şehirleşirken meyve türlerini de kaybediyor Türkiye” diye yakınan bu kadının adını bir kenara kaydetmemişim ne yazık ki. Asıl neye yazık olduğuysa besbelli…
Kivi, papaya, guava gibi pek çok yeni türün artık ithal edilmeyip ülkemizde yetiştirilebiliyor olması çok güzel. Ancak başka coğrafyaların meyvelerini olağanüstü şeylermiş de onlarsız bir hayat olmazmış gibi algılamak, mangonun avokadonun peşine düşerken elmayı armudu küçümsemek, komşunun tavuğu kaz görünür hikayesinin ta kendisi. Ülkemizde eskiden beri yetişen türlerin hızlı kaybına karşı duyarsız olduğumuz hatta toplumsal bellek kaybımız olduğu da bir gerçek. Çocukluğumdan hatırladığım birçok elma, armut ve erik türünün artık unutulduğunu bilmenin hüznünü yaşıyorum ben birçok yaşıtım gibi. Şehirleşmeye ve endüstrileşmeye çalışmanın bedeli bu olmamalıydı. Olmamalı.
Meyve ve sebze türlerinin çeşitlendiği, çiçeklerimizin böceklerimizin çoğaldığı özetle tarımın geliştiği günler yakınlaşsın diye çabalayan herkese saygı ve sevgiyle. Mekkarelere özlemle….
(*) https://www.rebooksandarts.com/makale/dorduncu-olum-yilinda-babam-prof–dr–faik-yaltirik