Libya Havayollarına ait uçak ile Trablus’a indik, terminal binasında pasaport kulübesi yoktu, 1981’de henüz Türklerden kimse vize istemeye başlamamıştı.
Libyalı bir yetkili salonda hepimizi bir yere toplayıp herkesten pasaportları istedi, yanımdaki bir Türk işçi şaşkınlığımı görünce, “Merak etme kardeş, yarım saatte getirir” dedi. Nitekim öyle de oldu, topluca pasaportları bankların birinin üzerine bıraktılar, pasaportumdaki damgada kalış süresi olarak 30 gün görünüyordu.
Gümrükte para deklarasyonu belgesi doldurma zorunluluğu vardı ve önemliydi çünkü şehirde hiçbir yerde dolar geçmiyordu, dolarınızı Libya dinarına ancak bankadan ve gümrük mühürlü bu deklarasyon belgesi ile çevirmek mümkündü.
Havaalanından bindiğim taksinin şoförü İngilizce bilmiyordu ama ona “otel” kelimesini anlatmakta zorlanabileceğim hiç aklıma gelmezdi, uluslararası terminolojide otel için hotel-motel-palas gibi kelimelerden birini söylemeniz yeterli iken Arapçada otel kelimesinin karşılığının “finduk” olduğunu sonradan öğrendim!
“Şehir merkezinden geçerken ana caddelerin birinin üzerinde bir otel görür taksiyi durdurup boş oda sorarım” düşüncesindeydim, oysa şehir merkezinde tek bir Latin harfi ile yazılmış tabela yoktu, Pepsi Cola ve Michelin gibi uluslararası markalar bile ancak amblemlerinden tanınıyordu, bu şekilde otel bulmanın imkansız olduğunu anlayınca, deniz kenarında demirlemiş olan dev otel gemiyi şoföre anlatmaya giriştim.
Şoföre deniz kenarını, gemiyi ve otel kelimelerini İngilizce anlatamayacağımı bildiğim için çapraz bulmacadan öğrendiğim “su” kelimesinin Arapça karşılığı olan “ma” dedim, şoför suratıma anlamsızca baktı, Farsçasını denedim “ab”, yine nafile, hemen defterimi açıp bir deniz ve üzerinde bir gemi, yanına da yatakta uyuyan bir adam resmi çizdim, şoförün yüzü güldü, “Haaa finduk toleyutelaaa” dedi ve dev geminin önüne götürdü.
Ertesi sabah ilk iş olarak Türk Konsolosluğundaki ticaret müşavirliğine gidip problemimizi anlattım, deniz kenarında, tarihi bir binadaki konsolosluğun içinde ama rutubet yüzünden boyaları kabarmış ve yer yer dökülmüş bir odada oturan müşavirimizin böyle döküntü bir yerde çalışması, birçok Türk inşaatçımızın bulunduğu bu şehirde bize hiç yakışmıyordu.
Müşavirimize CAD bedeli ödenmeden teslim edilmemesi gereken bir malı gümrükten parası ödenmeden nasıl çekilebileceğini sorduğumda, “Burası Libya, karşınızdaki muhatabınız da devlettir, bu ülke onların ülkesidir, istedikleri her şeyi yapabilirler, uluslararası dış ticaret kuralları burada pek işlemez, naçizane önerim, müşteriniz ile bu konuları hiç tartışmadan işinizi tatlılıkla çözüp, paranızı biran önce almaya çalışın” dedi. Konsolosluk binamızdan ayrılıp müşterimizin adresine gittim.
Libya’da birçok devlet kuruluşunda mesai saat 14.30’da bitiyordu, bizim kuruluş da bunlardan biriymiş. Çaresiz otele dönecektim, kaldığım gemi otelde telefon olmadığı için zaman bulmuşken postaneye gidip İstanbul ile telefonlaşıp bilgi vermek istedim.
Posta idaresindeki memur İngilizce söylediğim her şeye İtalyanca karışımı bir İngilizce ile cevap veriyordu, Libya’da 1551 yılından 1911 yılına kadar toplam 360 yıl Osmanlı devleti hüküm sürmüş, Trablus’un merkezinde “Türk çarşısı” diye küçük bir bölge bile oluşmuştu ama hiç kimse Türkçe bilmiyordu. Oysa Libya’ya Osmanlı’dan sonra gelip 1911-1934 arası sadece 23 yıl kalan İtalyanlar, Trablus posta idaresinde çalışan Libyalıları İtalyanca konuşur hale getirmişlerdi.
Ertesi sabah erkenden müşterimizin binasına gittim, Libya’da resmi kuruluşlardaki yöneticiler yabancı ziyaretçiler ile kapalı kapılar arkasında görüşmezlermiş, toplantı esnasında sürekli açık kapının önünden gelip geçenlerin içeri bakması, bazen bir Libyalının aniden odaya girip sanki siz hiç odada yokmuşsunuz gibi konuşmanızın orta yerinde karşınızdaki yetkili ile konuşması ve işin ilginç yanı sizin görüştüğünüz insanın da dönüp yeni gelen şahısla sıcak bir sohbete girmesi çok doğal karşılanmakta.
Bizim görüşmemiz boyunca da konuşmalarımız en az 3-4 kere kesildi, her gelen 10-15 dakika sohbet edip öyle kalkıyordu, son olarak şişman iriyarı birisi geldi, karşıma oturdu ve yönetici ile sohbete başladı. Sehpanın üzerinde bir önceki misafirin yarım bıraktığı, zift gibi koyu çaydan içmeye başladı, sonra çıktı gitti, yönetici de bana dönüp ödeme konusu ile hemen ilgileneceğini söyledi ve “yarın gel bilgi veririm” diyerek görüşmemizi sonlandırdı.
“Bukra inşallah” (yarına inşallah) Arap dünyasında en çok karşılaşılan sözcük, Araplar ile iş yapanlar iyi bilir.
Ertesi günü tekrar ofislerine gittim ama bizim yöneticinin 8-10 günlük bir iş için yurt dışına çıkmış olduğunu öğrendim, oysa daha bir gün önce “bugün” için buluşmayı kararlaştırmıştık, randevu verirken yurt dışına çıkacağından habersiz olamazdı, sekreterin ifadesine göre yerine ondan başka bakacak kimse de yoktu, çaresiz İstanbul’a dönecektim.
Hazır gelmişken çarşıyı dolaşıp pazar hakkında biraz bilgi edinmek istedim ve mallarımızın satıldığı çok katlı süpermarketlerden birine gittim.
Markette sanki bir alışveriş yarışı vardı, insanlar elleri kolları dolu torbalar ile ayrılıyordu, ev gereçleri kısmını buldum, mutfak eşyaları bölümüne geldiğimde gözlerime inanamadım. Bizim yolladığımız melamin tencerelerin kapakları bir tezgahta satılıyor ama alt parçaları yok, sadece kapaklar var. İşin garibi bazıları da o kapakları alıyordu, hatırladım ki bu malların ambalajlarını yaparken sandıklarda fazla yer kaplamasın diye kapakları ayrı, alt bölümleri ayrı paketlemiştik, ancak verdiğimiz listede hangi ürünün kaç numaralı pakette olduğunu belirtmiştik ama demek ki dikkate almamışlar,
Ertesi sabah şehirden ayrılmadan önce belki daha sonraki ziyaretlerde lazım olur düşüncesi ile merkezde uygun bir otel buldum ve gerekli bilgileri aldım, sonra müşterimiz olan kuruluşa uğrayıp markette gördüğüm aksaklığı sekretere bildirdim. Türkiye’ye dönmeden önce de biraz alışveriş yapmak istedim.
O yıllarda Türkiye’de kahve sıkıntısı vardı, İstanbul Hilton Oteli’nde bile gelen yabancılara ikram edilebilecek “Türk kahvesi” bulunmuyordu, oysa Trablus çarşısında kahveden geçilmiyordu, fiyatı da çok ucuzdu. Eşe dosta da dağıtırım düşüncesi ile hemen 8-10 paket kahve aldım ve havaalanına gittim, check-in işlemlerinden önce gümrük bagaj kontrolü vardı, Libyalı gümrük memuru valizimi açıp içindeki kahve paketlerini çıkardı, sadece 1 paketini bana bırakıp geri kalanların hepsini yere attı, o güzelim kahve tanelerinin dağılıp çöp olmasına bakakaldım, valizimi topladım, kontuara gidip bagajımı teslim ettim ve uçtum.
Görünüşe bakılırsa bu pazarda işler hemen hallolacak gibi görünmüyordu, içimdeki bir ses “bu son seferin değil, daha yeni başladın” diyordu.
Pazartesi günü çıkacak yazımda, yeniden Trablus ziyaretini ve otelde başlayan ilginç olayları paylaşmaya çalışacağım.
İlk bölüm:
https://medyagunlugu.com/libyada-paramizin-pesinde/