Benim zamanımda lisede sanat tarihi okunurdu. Bizim hocamızsa gördüğüm en dalgacı kadındı.
Ders anlatmak yerine masasında oturup süslenmeyi yeğler, bize de “hadi açın kitabınızı şu şu sayfaları okuyun” derdi. O saçıyla başıyla uğraşırken, biz kızlar da benzer şeylerle uğraşırdık. Zaten okusak ne olacak, kitabımız da en az hocamız kadar dandikdi. Sonuçta hiçbirimiz sanat tarihi falan öğrenmediyse de notu bol hocamız sayesinde sorun da yaşamadık. Hep eksikliğini hissettiğim bu boşluğu, ömrüm boyunca müze gezileri ve sanatçıları tanıtan kitaplarla doldurmaya çalıştımsa da nafile.
Ancak şimdi size Leonardo da Vinci hakkında yeni öğrendiğim bir dedikoduyu aktaracağım.
Malumunuzdur o dönemlerde sanatçıların bir hamisi olurmuş. Sanatçıların geçimi hamilerine bağlı olduğundan Leonardo da ardışık olmayan iki dönem Floransa’da, iki dönem de Milano’da edindiği hamiler sayesinde işini gücünü yapabilmiş. Yaşamının sonunda ise Fransa’ya göçüp kralın himayesine girmiş. O kadar iyi anlaşıyorlarmış ki ölüm döşeğinde de yanı başında olan kral başını avuçlarının içine aldığında son nefesini vermiş. Dedikodu bu ilişki hakkında değil çünkü hiç evlenmeyen ve yanında iki delikanlı ile dolaşan Leonardo’yu cinsel yönelimi açısından çekiştiren yok.
Leonardo dedikodusunun konusu başka. Sonrasında kralı ile ayrılmaz dost olduğu Fransa’nın daha önce Milano’yu işgal ettiği dönemde bu şehirde yaşayan Leonardo gidebileceği bir yer ararken Osmanlıyı da düşünmüş (yıl 1500). Sultan 2. Beyazıt’a (Bayezid) mektup yazarak kendini tanıtıp İstanbul’a yapmak istediği köprüden bahsetmiş. Beyazıt bu çağrıya hiçbir yanıt vermemiş. Verseymiş Leonardo’ya ne olurmuş bilmem ama İstanbul için muhteşem olurmuş. Dedikodu ise bu mektubun yazılmış olmasından ibaret. Üstelik dedikodu lafın gelişi, mektup Leonardo’nun her şeyi gibi kayıtlı kuyutlu ve hâlâ sürdürüyor. (500 sene sonra hâlâ şey yazmayan/ kaydetmeyenler ikliminden olarak, nerdeyse her anını kaydeden böylesi insanlara gel de şaşma…)
Leonardo bir merak kumkuması. Her şeyi sorgulayan, her şeyi öğrenmeye çalışan bir adam. Öğrendiklerini hayata geçirmek için de kılı kırk yaran bir mükemmelliyetçi. Leonardo bir ressam ama ressamdan başka da her şey. Resimlerini doğru yapabilmek için insanlar üzerinde otopsiler yapan bir anatomist. Uzun yıllar boyunca yaptığı o otopsiler sayesinde de hem bilim adamı hem de kaşif. Ölenleri kese biçe kemiğinden kasına, damarından sinirine insan vücudunun en ince ayrıntılarını keşfederek resmetmiş. Ana karnındaki ceninden göbek kordonundaki damarların ayrıntısına kadar her şeyi inceleyip resmetmesi de yetmemiş. Bizim hala gönüldür diyerek sağ elimizi üstüne yapıştırıp bütün güzel duygularımızın kâbesi sandığımız kalbin sadece bir kas kesesinden ibaret olduğunu taa o zamanlar bulup, kalp odacıklarını ve kapaklarını işlevleri ile tanımlayıp resmetmiş…
Sterilizasyonun bilinmediği, antibiyotikler olmadığı için en basit enfeksiyonların bile öldürücü olduğu, plastik eldivenin rüyada bile görülmediği o dönemde onun bıçağının çürüyen ölü bedenlerle nasıl cebelleştiği tam bir muamma. Ceset kokusuna dayanması bile nasıl bir motivasyonla çalıştığını anlamaya yeter. O dönem kilisesinin ölü bedenlerde disseksiyon yapılmasına izin vermesi ise başlı başına bir konu…
Fotoğrafın ufukta bile olmadığı o zamanlarda Leonardo’nun ıcığı cıcığı gösteren bilimsel resimlerinin değeri akla ziyan. O olağanüstü bir ressam. Ancak ondan da önemlisi, sürekli soru soran bir deha. Dağların tepelerinde neden deniz kabukları var sorusunu sorup, dağların su seviyesinden nasıl yükseldiğini keşfeden bir jeofizikçi. Gökyüzü neden mavidir sorusuyla başlayıp ışığın kırılma kanunlarını irdeleyen, güneşin o zamanlar sanıldığı gibi dünyanın etrafında dönmediğini, dünyanın güneşin etrafında döndüğünü, ayın da bir ayna olduğunu anlayan bir astrofizikçi. Aynalara kafayı takarak ışığı toplayıp yansıtmanın yaratacağı muhteşem sonuçların farkına varan, yere göğe, suya taşa hâkim bu adamın keşifleri daha da neler neler…
Matbaanın yeni keşfedildiği o günlerde hem kitap okuyan hem de doğayı ve insanı en ince ayrıntısına kadar inceleyen Leonardo, gelmiş geçmiş en dahi adamlardan biri belki de birincisi ama aynı zamanda kafası fiziğe ve matematiğe de iyi basan bir mühendis. Uçmaya kafayı takmış olsa da asıl mühendislik becerisi savaş alanında. Düşmanı yok edecek pek çok saldırgan makine çizmiş ki çok azı hayata uygulanmış.
İlk Milano hikâyesi de çizdiği savaş gereçlerini sunarak şehrin en etkin kişisinden himaye istemesiyle başlamış. Gerçi bu isteğiyle değil de gösteri sanatları organizatörlüğüyle himayeye erişmiş. O günlerde çok önemsenen gösteri sanatlarındaki yaratıcılığı ve öncülüğü de başlı başına bir konu. Uzun yıllar sonra yarattığı savaş araçlarının oluşturduğu kıyımları kavradığında düşman katleden bu makinaların defterini kapatması da ayrı konu.
Leonardo, Osmanlı’dan himaye isteyen uzun ve ayrıntılı mektubunda Haliç’e bir köprü yapma planından bahsetmiş. 1500’den bahsediyoruz. Daha doğru dürüst haritanın bile olmadığı bir dönemde İstanbul’un Halici’nin ulaşım sorununu biliyor ve çözüm öneriyor. Halic’e ilk köprü ancak 1800’lerde inşa ediliyor. Adamdaki vizyona bakar mısınız? Şimdi düşünün, böyle bir adam İstanbul sarayın himayesine alınsaydı, İtalya ve Fransa yerine İstanbul’da çalışıyor olsaydı…
Olmazdı biliyorum, zaten olmamış. Ancak ikinci bir dedikodum daha var. Dünyanın en ünlü resmi olan Mona Lisa’nın yaratıcısının “erkek Mona Lisa” diye anılan bir tablosu kaybolmuş. Tablo aslında İngiliz kraliyet sarayındaymış. Nesilden nesile aktarılmış ama sonra bir veliaht saraydan çıkarıp satmış ve izi yok olmuş. Aradan asırlar geçmiş. Asıl adı Salvator Mundi (Dünyaların Kurtarıcısı) olan yani İsa’yı resmeden bu tablo kıymetini bilmeyenlerin elinde yıpranmış, bozulmuş, boyanmış, verniklenmiş, üç kuruşa el değiştirmiş vb.
Salvator Mundi tablosunun hikâyesi epeyce uzun ama sonu şöyle bitiyor: 2017 yılında New York’taki bir açık artırmada 450 milyon dolara birine satılmış ki bu onu, o güne kadar satılan en pahalı tablo yapmış. (Lütfen rakamı yeniden okuyun)
Bu tabloyu satın alanın kimliği önceleri gizlenmişse de sonunda ortaya çıkmış. Leonardo’nun 5 asır önce yaptığı bu “İsa Peygamber” tablosunu onca paraya satın alan kişi, günümüzün en popüler Arap Reisi olan Suudi Veliaht Prensi Muhammed Bin Salman…
Şimdi ben, Müslümanlığın resim sanatı yasağı mı desem, Muhammed’in en has kuluyum diyenin İsa’nın resmine sahip olmak için ödediği bedele bakar mısınız mı desem, bir müzede herkese sergileneceğine bir sarayın duvarlarını süslesin diye ödenen o parayla neler yapılabilirdi mi desem, ne desem bilemedim…
Her şey bir yana Leonardo Vinci’nin inanılmaz zekâsı, yaratıcılığı, çalışkanlığı, titizliğiyle oluşan anlat anlat bitmez kapasitesi hakkında ben anlattıklarımı “Halosen” diye bir yerel kanalın bir videosundan öğrendim.
Aşağıdaki videodan benim cımbızladığım şeyler devede kulak. Halosen’de çok daha ötesi anlatılıyor. Epeyce de uzun ama kesinlikle izlemeye değer, çünkü Leonardo’dan da öğrenileceği üzere, merak en değerli değer.