Ömer Yalçınkaya
Malmö’den bindiğim trenle Kopenhag’a geçiyorum.
2000 yılından önce böyle bir cümle kuramazdım. Ancak, “feribot ya da gemiyle geçiyorum” diyebilirdim.
2000 yılında açılan Öresund Köprüsü, Malmö ve Kopenhag’ı birleştiriyor. Köprü iki katlı. Üst kat otoyolu, alt kat demiryolunu bağlıyor. Trenle geçtiğiniz zaman ne yazık ki bu köprünün güzel görüntüsünden yoksun kalıyorsunuz. İki yanınızdan deniz geçiyor, o kadarı ile yetiniyorsunuz.
Öresund Köprüsü toplam 16 kilometre uzunluğunda. Bunun 8 kilometrelik kısmı kazıklı yol ve asma köprü. 4 kilometrelik bölümü tünel, kalan 4 kilometre ise yapay Peberholm Adası’ndan oluşuyor. Danimarka-İsveç konsorsiyumu tarafından 5 yılda inşa edilen köprünün maliyeti 3.2 milyar dolar. Otuz beş yılda kendini amorti edeceği hesaplanıyor.
Yaklaşık 45 dakika süren yolculuktan sonra Kopenhag’dayım.
Kopenhag ya da Danca söylenişi ile Köbenhavn (eski adıyla Köbmandshavn) bu dilde Tacirler Limanı anlamına geliyor. Aslında 12. yüzyılda balıkçıların kurduğu bir köy olarak ortaya çıkıyor. Ancak bir ada üzerinde olması ve İsveç’e yakınlığı bu küçük yerleşimi kısa zamanda bir limana dönüştürüyor ve kent bir ticaret merkezi haline geliyor. Yani tacirlerin limanı oluyor.
Danimarka, tarihi boyunca komşuları İsveç ve Norveç ile evlilikler ve savaşlar yaşamış. 1380 yılında İsveç, Norveç, Danimarka, İzlanda ve Faroe Adaları, Kalmar Birliği’ni kurmuşlar. Bu evlilik 1523 yılında İsveç’in bağımsızlığını ilan ederek ayrılması ile son bulmuş. Bu tarihten sonra Norveç ve diğer ülkeler Danimarka’nın yönetimi altına girmişler. 17. yüzyıl İsveç ile yapılan savaşlarla geçmiş. 18. yüzyılda Danimarka, Grönland’ı da topraklarına katmış.
İskandinav ülkeleri arasında yaşanan üstünlük çekişmelerinde, bölgenin en eski krallığı olan Danimarka’nın, belli dönemlerde öne çıktığı bir gerçek. İskandinav ülkelerinin bugün kullandıkları bayrakların tümü Dannebrog adı verilen Danimarka bayrağı esas alınarak oluşturulmuştur.
18. yüzyılda bugünkü topraklarının iki katından fazlasına sahip olan Danimarka’nın, 19. yüzyılın başında yaşanan İngiltere-Fransa savaşında, Napolyon’un tarafını tutması kendine pahalıya mal oluyor. En büyük gücü olan donanması büyük ölçüde tahrip edilirken, Kopenhag da İngilizler tarafından defalarca bombardımana tutuluyor. Napolyon’un savaşı kaybetmesi ile Danimarka birçok ödün vermek zorunda kalıyor. Helgoland’daki topraklarını İngiltere’ye, daha önemlisi, Norveç’i de İsveç’e bırakıyor.
Bu tarihten sonra büyük savaşlara girmeyen Danimarka 1940 nisanında Nazi Almanya’sının işgaline uğruyor. İşgal, ancak 4 Mayıs 1945 tarihinde bu ülkede bulunan Alman askerlerinin İngilizlere teslim olması ile sona eriyor.
Savaş ve işgali fırsat bilen İzlanda, 1944 yılında bağımsızlığını ilan ediyor. Faeroe Adaları ya da orijinal adıyla Föroyar, 1948 yılında Danimarka Krallığı bünyesinde özerkliğe kavuşuyor. Grönland’ın benzeri özerkliği alması ise ancak 1979 yılında gerçekleşiyor.
Kopenhag, kuzeyin en güneyli başkenti. Bu hem coğrafi olarak hem de kültürel olarak böyle. Danimarkalılara “Kuzeyin Akdenizlileri” derler. Bu görüşe katılıyorum. Gerçekten yardımsever, sıcakkanlı, cana yakın insanlar.
Bu benim Kopenhag’a ikinci gidişim. İlk olarak 1991 yılında SAS Havayolları ile yaptığım bir New York uçuşunda Kopenhag’da bir gün geçirmiştim. Aradan geçen yıllarda bir çok şeyin değişmiş olduğunu fark ediyorum.
Her şeyden önce çok daha pahalı. Bunu daha iner inmez gördüğüm fiyatlardan anlıyorum. Pahalılığın altında elbette Danimarka’nın on dört yıl içinde ulusal gelirinin artmış olmasının payı büyük. Ancak sadece bu değil, bir başka önemli etken de çok daha fazla turistik hale gelmiş olması. 1991 yazında daha sakin bir kentti. Bugün neredeyse Paris gibi Avrupa’nın önde gelen turizm merkezlerinden biri haline gelmiş.
Otel rezervasyonumu yaptırdığım turizm bürosundaki genç, fiyatların gerçekten çok yükseldiğini kabul ediyor. “Ancak bu bizim için de olumlu bir durum değil. Fiyat artışlarından biz de çok etkileniyoruz” diyor.
Otelin resepsiyon görevlileri de aynı görüşü paylaşıyorlar. Bir tanesi “Siz bir de Norveç’i görün, tam bir felaket, sinema bileti bile 15 euro, biz yine de halimize şükrediyoruz” diyor. “Gördüm, gördüm!” diyorum, “Norveç’in ne kadar pahalı olduğunu çok iyi biliyorum, ben de gittim”. Gülüşüyoruz, başka ne yapılabilir ki…
Otelimin adı Square, İngilizce meydan anlamındaki. Çünkü Kopenhag’ın kalbi sayılan Radhuspladsen meydanında bulunuyor. Burası Town Hall Square olarak da anılıyor. Otelin özel hafta sonu promosyonu normal fiyatının neredeyse yarısı. Bana verilen oda en üst katta ve tüm meydana bakıyor. Kısa ama sevecen sohbetimizin ardından, bana otelin en iyi odasını verdiklerini düşünüyorum.
Meydana adını veren Radhuset, yani Belediye Sarayı 1905’te inşa edilmiş. Yüz altı metre yüksekliğindeki kulenin tepesinden şehrin güzel manzarası seyredilebilir. Ancak 300 basamak tırmanmayı göze almak lazım! Ben şahsen bu güzelliği kartpostallardan görmeyi tercih ediyorum…
Radhuset’in karşısında Danimarka’nın önde gelen gazetesi Politiken’in ana binası bulunuyor. Bu iki yapının arasından ünlü Ströget Sokağı uzanıyor. Politiken’in çaprazında ise Kopenhag’ın en çekici yeri kabul edilen Tivoli Bahçesi var.
Meydan, hafta sonları sokak müzisyenlerinin konserlerine sahne oluyor. Benim ziyaretim de hafta sonuna denk geldiğinden, iki gün boyunca kulaklarımı, Perulu grubun çaldığı, And Dağları’nın canlı ve kıvrak ezgileriyle dolduruyorum.
Ströget Sokağı, Kopenhag’ın İstiklâl Caddesi. Trafiğe kapalı. Dünyanın en eski yürüyüş sokağı unvanına sahip. Akşamları ve tatil günleri dolup taşıyor. Sokak boyunca tarihi yapılar, kiliseler, barlar, kafeler, restoranlar ve elbette butikler sıralanıyor. Ressamları, türlü gösteriler sunan insanları, müzisyenleri, dansçıları ile cıvıl cıvıl bir mekan Ströget. Kopenhag yürüyüş turlarının da olmazsa olmazı.
Ströget’in diğer ucu Kraliyet Tiyatrosu’nun bulunduğu Kongens Nytorv’a ya da Kral’ın Meydanı’na çıkıyor. Meydanın ortasında kentin kurucusu sayılan Piskopos Absalon’un at üzerinde heykeli yer alıyor. Bu meydan diğer ucundan Nyhavn’a açılıyor.
Nyhavn (nühavn okunuyor) sözcük anlamıyla yeni liman, ama aslında kentin en eski limanı… 1673 yılında inşa edilmiş. Buraya bir kanal demek daha doğru olur. Kanalda çoğu eski birçok yat ve yelkenli bulunuyor. İçlerinde yüz yaşını devirmiş olanlar bile var.
Kanal boyu sıralanan, birbirine yapışık, hepsi üç katlı olan rengârenk evlerin çoğu da 17. ve 18. yüzyıldan kalma. Bu evler bugün ya restoran ya otel olmuş durumda. Evlerin önünde açık hava kafeleri var. Burada fiyatlar iyiden iyiye astronomik. Zengin turistlerin mekanına dönüşmüş durumda. Oysa 1991 yılında sade, basit kafeler vardı. Kısıtlı bütçeyle buraya gelenler de, ellerindeki biraları kanal boyuna oturup içiyorlar. Ben de iki bira alıp, onlara katılmayı tercih ediyorum.
Kanal kenarında aynı şekilde biralarını yudumlayan Eskimolara rastlamak çok ilginç oluyor. Altı kişiler. Alkolik oldukları anlaşılıyor. Henüz sabah ve onlar sarhoş durumdalar. Bir tanesi taşın üzerine kıvrılmış uyuyor. Yanlarına gidip sohbet etmeye çalışıyorum. Bunlar gördüğüm ilk Eskimolar. İçlerinden sadece bir tanesi, o da yarım yamalak, İngilizce konuşuyor.
Bu kişiler, turistlerin ilgisini çektiklerini bildiklerinden, onlarla fotoğraf çektirip para kazanmaya çalışıyorlar. Bir televizyon ekibi, az İngilizce bilen Eskimo ile röportaj yapmaya çalışıyor. Ama adam sarhoş olduğu için kendisiyle konuşmaya çalışan bayana sarılmadan ayakta duramıyor. Onu duvarın üstüne oturtup öyle devam ediyorlar…
Ben Eskimolardan bir iki sözcük öğrenmeye çalışırken, bir tanesi Türk olduğumu öğreniyor ve bana “pis domuz ne demek?” diye soruyor. Biraz tereddüt ettikten sonra anlamını söylüyorum. Tepkisi sadece kahkaha atmak oluyor. Belki de sarhoşluğundan… Ama kendisine bu sözcüğü söyleyen ya da öğreten Türk’ün doğru bir iş yapmadığı ortada. Adam unutmamış, sarhoş haliyle bile hatırlıyor…
Fazla bir şey konuşamamış olsak da karşılıklı bir sempati oluşuyor. Objektifime dostça ve sevimli pozlar veriyorlar.
Aniden bastıran sağanak yağmurda bütün turistler bir saçak altına girmek için sağa sola kaçışırken, Eskimolar istiflerini hiç bozmadan yağmur altında biralarını yudumlamaya devam ediyorlar. Çok daha sert iklim koşullarına alışık olan bu insanlara yağmur şaka gibi geliyor…
Kopenhag kanallarında dolaşmak
Yağmurun dinmesiyle beraber Kopenhag kanallarını görmek için tekne gezisine çıkıyorum.
Önce deniz tarafına açılan tekne limanların olduğu bölgeye doğru açılıyor. İlk olarak karşımıza ultra modern Kopenhag Opera Evi çıkıyor. Bu yapıya Kraliçe II. Margrethe’nin adı verilmiş. Yapımı için 420 milyon dolar harcanmış. Türkiye’nin opera için ayırdığı bütçeyi biliyor musunuz? Bilmeyin daha iyi!..
Kopenhag’ın 17. yüzyıldan bu yana kullanılan liman ve antrepo alanlarını görüyoruz. Dünya deniz ticaretinin devlerinden Maersk’in ana merkezi de burada yer alıyor.
Aynı bölgede, Kopenhag’ın sembolü olan denizkızı heykelinde kısa bir mola veriyoruz. Bu heykel, ünlü Danimarkalı öykü yazarı Hans Christian Andersen’in bir masal karakterinden alınmış.
Kopenhag’ın adı, “Andersen kenti” olarak değiştirilseydi hiç şaşırmazdım. Bu kentin her yerinde Andersen’e rastlamanız ve onu hissetmeniz mümkün. Çocukluğumuzda okuduğumuz masalları elbette bizde de izler bırakmıştır. Ben Kibritçi Kız’ı hala unutamam. Hatırladıkça da hüzünlenirim.
Danimarka toplumu, sahip olduğu değerlerin kadrini çok iyi biliyor ve onlara hak ettikleri saygıyı gösteriyor.
Denizkızı’ndaki kısa molanın ardından teknemiz, kentin iç kesimlerine doğru, dar kanalların içine giriyor. Çok alçak köprülerin altından ancak başımızı eğerek geçiyoruz. Kopenhag kanallarında yüzlerce yatın demirlemiş olduğunu görüyorum. Bunların çoğu Avrupalı zenginlerin yatları.
Gezi tekrar Nyhavn’da sona eriyor. Bir kaç yüz metre ötede bulunan Amalienborg Kraliyet Sarayı’na gidiyorum. Burası, aslında aynı meydana bakan dört saraydan oluşan bir kompleks. Sarayın ziyarete açık olan bölümünü geziyorum. Ancak Stockholm’de gördüğüm saraya kıyasla fazla etkileyici gelmiyor. Oradakinden farkı Kraliçe II. Margrethe’nin kış aylarında fiilen burada yaşıyor olması. Müzeye dönüştürülen bazı saraylar dışında Kraliyet Ailesi’nin kullanmakta olduğu yedi saray daha bulunuyor. Yaklaşık bin yıllık geçmişiyle dünyanın en eski monarşilerinden biri için fazla sayılmasa gerek…
Saray muhafızları, Londra’daki Buckingham Sarayı’nın muhafızlarını hatırlatıyor. Onlar gibi uzun siyah kalpakları var. Aynı Stockholm’de olduğu gibi her öğlen saat onikide muhafız değişim töreni yapılıyor. Bu tören de keyifli, ancak Stockholm’dekinin daha ilgi çekici olduğunu düşünüyorum. Stockholm’den çok etkilendim galiba…
Böyle kraliçeler de var…
Hakkında bilgi edindiğim zaman beni asıl etkileyen Kraliçe II. Margrethe oluyor. Neden olduğunu şimdi göreceksiniz:
Kraliçe, Cambridge Üniversitesi’nden mezun bir arkeolog olmasının yanı sıra, Sorbonne ve London School of Economics’de siyaset bilimi okumuş. Dancaya ek olarak İngilizce, Fransızca, Almanca ve İsveççe biliyor. Aslen Fransız olan eşi Prens Henrik ile birlikte Simone de Beauvoir’ın “Bütün Erkekler Ölümlüdür” adlı eserini Fransızcadan Dancaya çevirmiş.
Tüm bunlara ilaveten kraliçe, bir tekstil ve kostüm tasarımcısı. Bugüne kadar kendi eserleriyle yirmiye yakın uluslararası sergiye katılmış.
Bu da yetmiyor aynı zamanda bir çizgi roman çizeri. Birçok kitap için çizgi resimler yapmış. Bunların arasında en çok bilineni Yüzüklerin Efendisi kitap serisinin Danimarka baskılarına yaptığı çizimler…
Danimarkalıların kraliçeleri ile gurur duymalarını elbette çok görmemek lazım.
Ancak bu derece iyi yetişmiş, on parmağında on marifeti olan bir insanın, hiçbir şekilde ülkenin politikasına karışmadığını ve hiçbir zaman politik görüş açıklamadığını söylersem ne dersiniz?…
“Vakti kalmıyordur herhalde..” diyebilirsiniz ya da “Bir kraliçe siyasete karışmıyorsa, kraliçe olarak ne iş yapıyor?” sorusu aklınıza gelebilir.
O, halk tarafından seçilmiş ve Danimarka Parlamentosu Folketinget tarafından güvenoyu verilmiş parti liderini, resmen başbakan olarak atıyor. Folketinget’in çıkardığı yasaları onaylıyor. Ülkeyi dışarıda temsil ediyor, gelen yabancı devlet konuklarını ağırlıyor, açılış, yıl dönümü, bayram gibi törenlere katılıyor. İşte, temsili monarşinin özü bu. Tamamen sembolik.
Bu durum İskandinavya’daki diğer kraliyet yönetimlerinde de aynı. Bu ülkelerin yürütme organları, halk tarafından seçilen hükümetler. O nedenle hiçbir AB zirvesinde bu ülkelerin kral ya da kraliçelerini göremezsiniz.
Kentten kaçış noktası: Tivoli Bahçesi
Sarayın ardından ünlü Tivoli Bahçesine gidiyorum. Tivoli, belirttiğim gibi kentin ana meydanında yer alan bir eğlence parkı. Büyüklüğü neredeyse Ankara’daki Gençlik Parkı kadar. 19. yüzyılın ortalarında kurulmuş olan parkta, Çin stilinde inşa edilmiş bir açık hava tiyatrosu, türlü oyun ve eğlence alanları, restoranlar, mağazalar ve slot makinelerinin olduğu kumarhaneler var. Ayrıca, Çin pagodası ve Taj Mahal’den esinlenerek yapılmış, içinde restoran ve kafeler bulunan egzotik yapı, turistlerin çok ilgisini çekiyor.
Danimarkalılar işi ilerletmişler ve 1997’de bir Tivoli Parkını da Japonya’nın Kuraşiki kentinde açmışlar. Hanoi ve Atina’da da birer park projeleri var.
Tivoli hoş vakit geçirilebilecek bir park. Ancak öyle uluslararası olacak kadar da abartılacak bir yer değil. Sözgelimi bir Disneyland’in yanında adı bile anılmaz. Ne var ki, Danimarka’nın yayınladığı istatistiklere göre Kopenhag’a en fazla turist Tivoli için geliyor. Bu durum benim için şaşırtıcı. Ben bu kentte görülecek tüm yerleri gördüğümden emin olduktan sonra Tivoli’ye gitmeye karar verdim. Demek ki bu bir tanıtım ve pazarlama başarısı. Ders çıkartmak lazım.
Sadece Tivoli değil, bu başarıyı Danimarka genelde gösteriyor. Euroya geçen ülkelerde ciddi fiyat artışları yaşandı. Danimarka euroya geçmediğinden birçok Alman turist için daha cazip hale geldi sanırım. Ayrıca, 11 Eylül’den sonra üst gelir grupları daha güvenli ülkelerde tatil yapmayı tercih ediyorlar. Danimarka bu açıdan da avantajlı. Kısacası, Danimarka turizmdeki en makbul kategori olan “para harcayan turisti” çekmeyi başarıyor.
Kaldığım meydanda dikkatimi çeken bir mağaza var. Adı Moskva. Aynı Rusçası gibi yazılmış. Vakit, Pazar günü öğle üzeri. Dükkanın ışıkları yanmıyor, ama kapısı açık. Başımı içeri uzatıyorum ve şaşırtıcı bir manzara ile karşılaşıyorum. İçeride 15-20 kişilik bir grup Rusça şarkılar söylüyor, dans ediyor ve elbette votka içiyor. Hepsi çok neşeli. Buranın sadece bir dükkan değil, aynı zamanda lokal gibi bir yer olduğu anlaşılıyor. Rusça kitapların bulunduğu küçük bir kitaplığı var. Duvarda ikonalar asılı. Dükkan bölümünde Rusya’dan gelmiş salamlar, peynirler, balıklar, havyarlar ve votka satılıyor. Anlaşılan Kopenhag’da yaşayan Rus diasporası kendine minik bir Rusya yaratmış.
Oslo ve Stokholm’de yaptığım gibi burada da Kopenhag kartım var. Günün geri kalan bölümünü belediye otobüsleri ile rastgele oraya buraya giderek geçiriyorum.
Gördüğüm uzunca bir caddede pek çok Türk marketi, kasap, ev eşyası satan dükkanlar, kebapçı ve pideciler olması dikkatimi çekiyor. Anlaşılan burası Türk mahallesi. Danimarka’da yaşayan yabancılar içinde en büyük grubu Türklerin oluşturduğunu da sonradan öğreniyorum.
Bu ülkeyi tercih etmeleri doğal. Avrupa’nın en yüksek gelir düzeylerinden birine sahip. Danimarka’da kişi başı gelir 50 bin doları geçmiş durumda. Danimarka’da çalışan vatandaşlarımız, kendi ülkelerinde ömür boyu kazanamayacakları parayı, birkaç yıl içinde Danimarka’da kazanabilirler…
İşte bu noktada gerçek “Kopenhag Kriterleri” ortaya çıkıyor. Bırakın tüm diğer detayları, sadece ülkemizdeki kişi başına gelir düzeyi ile, AB’ye girmek hayalden öteye gitmez. Aynı vücuda yabancı madde girmesi gibi, reaksiyon oluşturur. Doku uyuşmazlığı olur.
Bir dostum “Milli gelir yirmi bin doları geçmedikçe bir ülkede demokrasi olmaz” diyor.
Bu sözde gerçek payı büyük. Kaliteli nüfus da, kaliteli eğitim de, sonuç olarak kaliteli yaşam da, ancak belli bir refah düzeyinin topluma yayılması ile gerçekleşiyor.
Genellikle ülkemizde büyüme ile karıştırılan kalkınma, devletin kaynakları kullanılarak zengin yetiştirilmekle olmaz. Gelişmiş ülkelerde kalkınma, toplumun tüm kesimlerine yayılmış refah düzeyi ile ölçülüyor. Biz büyüyoruz ama kalkınamıyoruz.
Bu yazı, Norveç ve İsveç’ten sonra İskandinavya hakkında yazdığım son yazı. Biliyorum Finlandiya dışarıda kaldı. Ama sadece iki gün kaldığım Finlandiya’yı yazacak birikime sahip değilim.
İskandinav ülkelerini görüp biraz daha yakından tanıdıktan sonra, ülkemiz için bu toplumlardan alınacak birçok ders olduğu ortaya çıkıyor. Yazılarımda, bu ülkelerde gıpta ederek gördüğüm gelişmiş uygulamaları aktarmaya çalıştım. Çünkü ben yurdumun, bu ülkelerin çok gerisinde olmasını, güzel insanımın da bir İsveçlinin ya da bir Danimarkalının çok daha gerisinde bir standartta yaşamasını içime sindiremiyorum.
Bu nedenle yazılarımda, sadece gördüklerimi değil, gördüklerimin ve öğrendiklerimin bana düşündürdüklerini de aktarmayı, toplumuma karşı bir sorumluluk olarak kabul ediyorum.
İskandinav ülkelerine gidecek okuyucularımdan, gördüklerine bu gözle bakmalarını özellikle rica ediyorum.
Çin, yıllarca Japonya’nın yaptıklarına bakarak, hızlı bir gelişme çizgisi yakaladı.
Belki biz de kendimize gerekli dersleri çıkarır, toplumsal kalkınma yolunda şiddetle ihtiyaç duyduğumuz adımları atarız.
Bunu en azından ümit etmek istiyorum…
Yazıyla ilgili fotoğraflara ulaşmak için tıklayın
İlgili yazının linki:
http://medyagunlugu.com/haber/avrupayi-danimarka-kralicesi-yonetiyor-45716