Siyaset bilimi literatüründe bulunan “kronopolitika” kavramı politik olaylar değerlendirilirken ve politika üretilirken, olguların tarihteki oluş sıralarını, geliştikleri süreçlerin koşullarını ve kendine özgü yanlarını birlikte ele almayı yani olayları tarihsel bağlamları çerçevesinde değerlendirmeyi ifade eder.
İnsanlar gibi toplumlar ve devletler de geçmişlerini sırtlarında taşırlar. Öyle ki, bugünkü durumları geçmişlerinin doğrudan bir fonksiyonudur denebilir.
İşte kronopolitika; güncel bir bakışla politik durumun salt o andaki görünümünü değil, tarihsel arka planını ve gelişme sürecini de düşünmeyi gerektirdiği içindir ki, değerlendirmede hata payını en aza indirir.
Hele hele bizim gibi, olguların tarihsel arka planlarını ihmal ederek, yalnızca o andaki verilerle ele alma hastalığının yaygın olduğu ülkeler açısından kronopolitik yaklaşım özellikle önemli ve değerlidir.
Ülkemizin halihazırda yaşamakta olduğu ve birbirlerini besleyerek büyüten siyasi ve ekonomik sıkıntıların tarihsel seyrine bakarken, her anlamda bir kırılma noktası olan 2. Dünya Savaşı ve sonrasında yaşananları mercek altına almak, yapbozun parçalarını tamamlayabilmek açısından hayati önemdedir.
Türkiye’yi savaşa sokmamak için dış ilişkilerde denge politikası izleyen ve bunda da başarılı olan İsmet İnönü ve tek parti yönetimi, ileride kurulacak olan masada yer alabilmek için, savaşın sonlarına doğru bir prosedür olarak Almanya ve Japonya’ya savaş ilan etmiş olsa da, önceleri savaşa kendi yanlarında girmemizi ısrarla isteyen ve sonuçta savaşı kazanmış bulunan müttefiklerin kızgın ve de şüpheci bakışlarından ülkemiz kurtulamamıştı.
Ayrıca; totalitarizm-demokrasi savaşını demokrasi cephesinin kazandığının ve dünyada liberal demokrasinin çağının başlamış bulunduğunun ABD ve İngiltere tarafından ilan edilmesiyle, dışarıya tek parti yönetiminde otoriter bir ülke görüntüsü veren Türkiye’nin durumu iyice zorlaşmıştı.
Tam da bu sırada, ülkemizden toprak talep etmesiyle somutlaşan SSCB tehdidi, Türkiye’yi hızlı ve stratejik bir karar vermeye zorlamış ve ülkemiz sonuçlarını her an duyumsadığımız tarihi bir tercihle, Batı blokunun yanında konumlanmıştır.
1946 yılında asıl neden olarak; dünyaya demokrasi yolunda bir ülke olduğumuz mesajının verilmesi gerekliliğinin yani dış siyasal koşulların zorlaması ile çok partili hayata geçilmesi ve sonrasında da NATO gibi kritik önemdeki bir örgüte üye olunması, ülkemizin Batı blokunun bir parçası olma isteğini belirginleştirmişti.
ABD’nin başını çektiği liberal kapitalist blokla SSCB’nin merkezinde olduğu sosyalist blok arasında başlayan “Soğuk Savaş”ta, eşsiz jeopolitik öneminden ötürü Türkiye’yi her daim yanlarında görmek isteyen Batı blokunun da ülkemize karşılık vermesiyle, platonik değil iki taraflı bir istekle başlayan bu ilişki, zaman zaman yaşanan anlaşmazlıklara, şiddetli geçimsizliklere ve küskünlüklere rağmen esas olarak sürüp gitmekte.
Ülkemizi önce yardımlarla, sonrasında ise sürekli borçlandırmalarla ekonomi ipiyle bağlayan, “borç veren kural koyar” mantığıyla kural koyan, siyaseten kendi yörüngesinden çıkmasına darbe yaptırma pahasına engel olan Batı blokunun bizi küçük, kontrol edilebilir, ekonomik ve siyaseten belli ölçüde bağımlı, inisiyatif alamayan ve kendi göbeğini kesemeyen bir ülke olarak tutma isteğine, içerdeki ardı arkası kesilmeyen siyasi hatalar ve her dönemde kendini gösteren yönetimsel beceriksizlikler de eklenince, öteden beri yaşayageldiğimiz ve bugün de süregiden bunalımlı halimiz ortaya çıktı maalesef.
Böyle olmakla birlikte, 1950’lerden itibaren gelen hemen her iktidar döneminde, bu işte bir terslik olduğunu, Batı dünyasıyla böylesine bir ilişkinin bizi ne öldürdüğü ne de güldürdüğünü, böyle gidecek olursa ilerleyemeyeceğimizi, büyüyemeyeceğimizi ve bizim için çizilen sınırların ötesine geçemeyeceğimizi görenler, buna itiraz edenler, çerçeveyi ama güçlü ama zayıf bir biçimde zorlayanlar olmuşsa da bütün çabaları gerçeklerin kaya gibi sertliğine, siyasi ve de ekonomik gücümüzün sınırlarına çarparak dağılmıştır.