Kardeşim dalıp zıpkınla balık avlamaya bayılıyordu. Üstelik tüpsüz dalıyor ve bazen o kadar derine iniyordu ki hayatını riske atıyordu.
Bu avcılığı yapmak için de hafta sonları Çanakkale Baba Burnu’na gidiyordu. Evi İstanbul Dragos’taydı. Bilmem yolun uzunluğu gözünüzde canlandı mı? Yüzlerce kilometre öteye gidip dalmak için nasıl bir motivasyon gerektiğini anlamakta zorlandığımdan sık sık konuyu açıp sorguluyordum. Gündelik hayatın zorluklarından söz edip, hafta içi iş şartlarıyla kafayı yerken hafta sonu suya girince yumuşacık bir adam oluyorum, diyordu. O dalışlar olmazsa ayakta kalamam, yıkılırım, diyordu. Dalmak nasıl büyük bir keyiftir denemeyen bilmez, diyordu.
O dalmanın olağanüstü etkisinden söz ederken daha öncesinde at binmeye dadandığını zamanlarda benzer cümleler kurduğunu hatırlıyordum. Dalma tutkusu gelişince olmazsa olmazı olan at sevdasını unutmuştu. Sonra Amerika’ya göçtü. Değil öyle yedi sekiz saatlik yol, 15 dakikada okyanustasın, okyanus da balık kaynıyor. Ama 10 seneden fazla geçti bırak dalmayı ayağını suya sokmadı. Atçılık desen Türkiye’dekinden çok daha ucuz ve erişimi kolay ama ikisini de aramaz oldu. Amerika’dayken stresi daha az zannetmeyin, daha da katlandı. Ancak yaşam biçimi gibi stres atma ve keyif alma yöntemleri de değişti…
Bir meslektaşımla yol üstü bir kahvede oturmuş sohbet ediyorduk. Karşıdan gelen bir genç kızın yürüyüşü dikkatimi çekti. Nörologlar yürüyüşe bakarak kişinin sağlığı hakkında fikir yürütür hatta tanı koyarlar. O yüzden de herkesin her şeyine baktıkları gibi yürüyüşlerine bakmak da huylarındandır. Bu kıza takılmamın nedeni yürüyüşünün normal olmamasına rağmen nesi olduğunu bir türlü anlayamamamdı. Neye takıldığımı anlayan arkadaşım gülümseyerek aşırı seks yaptığı için tahriş olmuş, o yüzden üst bacaklarını birbirine yaklaştıramıyor, dedi. Şaşırıp kaldım. Böyle bir ihtimali akıl etmem mümkün değildi ama arkadaşım emin görünüyordu. Sonraları hastalarımdan cinselliğe aşırı düşkün olanları daha kolay fark etmeye başladım. Her gün olmazsa olmaz diyenlerden tutun da bir saatten az sürmemeli diyenlere kadar birçok hikâye dinledim. Sorulmadan bu hikayeleri paylaşanların elbette büyük kısmı palavracı ya da düpedüz yalancı olabilir. Zaten psikiyatristlerin iyi bildiği gibi kişi neyi diline dolamışsa o konuda sorunu vardır. Ancak seksi hayatlarının olmazsa olmazı diye tanımlayıp aşırısı için aşırı çabalayanların varlığı da ortada. Seks takıntısı ve de bağımlılığı diye bir sorun olduğu da…
Tanıdığım bir hanım aşırı kiloluydu. Yediği miktara aşırı lafı bile yeterli değildi. Onca yemekten iç organları da yağlanarak berbat olmuş durumdaydı. O nedenle de yaptırmak istediği mide küçültme ameliyatına hiçbir cerrah yanaşmıyordu. Sonunda gözü kara bir cerrah buldu. Upuzun yollara gitti ve hiç tanımadığı bir coğrafyada canını o hekime teslim etti. Şişmanlık ameliyatlarına tümden karşı olduğum halde içimden ona hak verdim. Gerçekten başka şansı kalmamıştı. Üstelik şansı da yaver gitti, cerrah da becerikli çıktı, ameliyatı problemsiz sonuçlandı ve hızla kilo vermeye başladı. O kadar çok kilo verdi ki üçte birine indi. “İçimden iki tane ben çıktı gitti” diye sevinçten bir hal oldu ve bir daha asla o hale gelmem diye yediğine içtiğine de aşırı dikkat eder oldu. Sonra neden bilmem olanlar oldu, gene kontrolsüz yemeye başladı. Üstelik içmeye de başladı. “Zaten ölüp gideceğiz dokunmayın benim yeme içme keyfime” diyerek tam hız geri döndü. Eskisinden de beter oldu…
Bir gezi sırasındaki bir grup yemeğinde bir başka hanımın aşırı iştahına tanık oldum. O kadar hızlı yiyordu ki grup daha ilk porsiyonu bitirememişken o 3 tabak yemeği silip süpürmüştü. Yemeğin üstüne tatlılarımızı yiyip kahvelerimizi de içtikten sonra tam kalkıyorduk ki ben doymadım deyip garsonu çağırdı ve makarna ısmarladı. Hepimiz geri oturup onun sofraya yeni oturmuş gibi tabağını silip süpürüşünü seyrettik. Sonra da elbette dedikodusunu yaptık. Yapılmayacak gibi değildi çünkü onca yemeğe rağmen tığ gibiydi. Acaba guatr hastası mı diye düşündüm, onu tanıyan biri olmadığını söyledi. O halde bunca yiyip zayıf kalabilmesinin nedeni ne olabilir diye düşünürken kafile halinde otele ilk girişimizi hatırladım. Biz akşamın alacasında günün yorgunluğuyla bir an önce odalarımızda dinlenmeye çekilme telaşındayken o resepsiyona spor salonunun yerini sormuş ve sabah sporumu yapamamıştım diyerek ortadan kaybolmuştu. Meğerse sadece sabahları değil bulduğu bütün zamanları spor salonlarında geçiren biriymiş. Sonra biraz yakınlaşınca kendisine de sordum, günde en az dört saat spor yaparım deyince anladım spor bağımlısı olduğunu ve o ekstra makarnanın anlamını…
Bir doktor arkadaşımın kız kardeşi akciğer kanseri oldu. Neyse ki zamanında yakalanmıştı, eziyetli tedaviler bitti ve iyi oldu. Kemoterapiler sırasında içemediği sigaraların hatırı kalmış gibi yeniden tam gaz içmeye başladı. Arkadaşım olan doktor ablası ise ondan da beter içici. Kardeşiyle pek tanışıklığım yoksa da ablasına, “Yahu daha ne lazım aklının başına gelmesi için, bıraksana şu mereti” diyorum ama dinletemiyorum. Ben kanserden pek anlamam ama damarlardan iyi anlarım. Damar sağlığı demek, diğer organlar bir yana hem kalp sağlığı hem de beyin sağlığı demektir. Sigara tutturukçuluğu “akciğer kanseri mi yoksa mesane kanseri mi olsam, kalp krizi mi yoksa inme mi geçirsem bir türlü karar veremedim ama illa da bunların en belalısını isterim” tutturukçuluğudur. Böyle şeyler diyorum da diyorum ama nafile, azaltacağına artırıyor sigarayı. “Seviyorum” diyor da başka bir şey demiyor. Yıllardır tek ortak konumuz bu. Sonunda ben çenemi tutmayı öğrenemedim ama o benimle dostluğundan vazgeçti, sigarasından değil…
Çok eski bir dostum akşamcı. Eskiden beraber çok keyifli sofralar paylaşırdık. Ancak o azıttıkça azıttı, alkol tüketimi çığırından çıktı. Aklın başında adamsın, karaciğerinden vazgeçtim, artık beyninden yiyorsun. Bu kadar içmek kendi beynini tabağa koyup çatal bıçak girişmekle eşdeğerdir. Bu yolda devam edersen “alkolik bunama” olacaksın diyorum. Amma kafa ütüledin, diyor. “Ülke battı, paramız battı, her şey battı, keyiften değil kederden içiyoruz” demeyi de diline doladı. “Yahu sen ne ülkeyi kurtarabilirsin ne de paranın düşüşünü durdurabilirsin. Rakıya yatırdığın paraları bir kumbaraya atsan, sadece o paralarla gezmelere gitsen, kederini artıracağına keyfini artırırsın” diyorum. Bana alkolik muamelesi yapma, diyor. Ne desem lafı hazır. Rakısına laf söyletmiyor…
Facebook arkadaşlarımdan biri “ben fırsat bulup yapamıyorum ama boks şahane bir spordur” diye bir not yazınca yorumlarda karşıt fikirler çarpışmaya başladı. “Spor bile değildir, ilkelliktir” diyenlerle “en nazik, en keyifli sporlardan biridir” diyenlerin kapışmasında ben de taraf oldum. Boks, kask takılmasına rağmen tekrarlayan minik kafa travmalarına neden olur. O yüzden de zamanla beyinde kalıcı hasarlar oluşur. Muhammed Ali başta olmak üzere profesyonel boksörlerde sonunda Parkinson gelişmesi o nedenledir. Parkinson hastalığının en önemli nedeni boks değildir ama boksörlerin sonu Parkinson’la biter, ahvalinde bir not yazdım. Biz profesyonellikten değil amatörlükten söz ediyorduk, üstelik ne kadar yaşadığından önemlisi yaşarken aldığın keyiftir, boks yapmak karşı cins ile dans etmekten daha çok keyif verir, kapsamında bir yanıt aldım. Bu yorumun haklı olduğu taraf, boks gibi ağır sporların verdiği hazzı slow danslardan almanın imkansızlığıdır. Haksız olduğu tarafsa beni keyfe limon sıkan biri sanması. Gerçi tam da öyleyimdir ama çaktırmayın…
Verdiğim bütün örneklerin ortak noktasının haz olduğunu fark etmişsiniz. Kimi yiyerek, kimi içerek, kimi seks yaparak, kimi spor yaparak, kimi de bambaşka şeylerden alıyor aradığı keyfi. Ortak noktaları ise keyif aldıkları şeyden asla vazgeçmek istememeleri. Hele bağımlı olacak kadar abarttılarsa işi.
Hepimiz aynıyız; keyif hayatımızın ekseni, olmazsa olmazımız. Ancak hepimiz apayrıyız; keyif kaynaklarımız çok farklı. Birimizin keyif dediğine öbürümüz dudak bükebiliyor. İyi de niye?
Beynimizin çalışma biçimi tıpatıp aynıdır. Beyin düzenli olarak tekrarlanan şeyleri öğrenir. Beyin öğrendiğinin doğru yanlış olduğuna bakmaksızın öğrenir. Kişi neyi düzenli olarak tekrarlarsa beyin onu bilir, ona aşina olur ve de onu sever. Sevgi dediğin de zaten budur. Farkımızı yaratansa tekrarladığımız şeylerin farkıdır.
Bir şeyi tekrardan yapmamız için motivasyona ihtiyacımız var. Biz buna iştah diyoruz. İştahı yaratmak beynimizin en temel işi. İştah sadece yemeye içmeye karşı olmaz. Sekse olduğu gibi her türden harekete karşı da iştahlanılır. Zaten yeme içme, seks ve hareket etme bizim yani bütün canlıların var olması için temel zorunluktur. Bunlardan bir olmazsa canlı türünün soyu kurar ve yok olur. Soyumuz kurumasın diye çalışan bizim beynimiz de bunları yapalım diye iştahı yaratır. Ancak her yaratılan gibi niyetlenilen hedeften şaşmalar olabilir.
Aslı astarı yeterli yiyecek ve içeceğe ve de çiftleşmek için en uygun eşe erişmeye yönelik olan harekete geçme güdüsüne pardon hareket etme iştahına geri dönelim. Dansa iştah, aerobiğe iştah, avcılığa iştah, boksa iştah, koşmaya iştah, dağa tırmanmaya iştah, derinlere dalmaya iştah… duyulur. Gezmeye iştah, sebze yetiştirmeye iştah, resim yapmaya iştah, sahneye çıkmaya iştah, kitap okumaya iştah da duyulabilir.
Öncesinde deneyerek ve tekrarlayarak beynine neyi öğretmişsen, sonrasında da onu hatırlar ve ona iştahlanırsın. İştahın öznesi değişir ama kendisi tıpatıp aynıdır. Beynin iştaha gelmesinin kimyasal karşılığı dopamindir. Dopamin konudan bağımsız olarak yapmaya başlatandır ve yapınca alınan tatminle artarak da yeniden ve yeniden yaptırandır. İştahlandığın için başladığın şeyin sonucunda oluşan tatminin kimyasal adı da endorfindir. Endorfin adını morfinden alır. Beynin ürettiği morfindir yani. Endorfin de dopamine benzer, beyninde ürettikçe daha da çok üretmenin yollarını ararsın.
Beyin böyle güdülenir. Neye alışmışsan onu yaparsın, yaptıkça daha da yapar olursun. O yaptığın şey her ne ise onun fanatiği olur, en çok ondan zevk alır, hep de onu yapmak istersin. O nedenle, dans ederek keyiflenen biri için boks ilkelliktir, boks yaparak keyif alan biri için de avcılık ilkelliktir. Sigara seven biri için aşırı yemek ilkelliktir, yemek seven biri için abartılı spor yapmak öyledir. Sonuçta herkes hayata kendi penceresinden bakar.
Açtığımız pencereler ve görüş açımız farklıdır ama içerisi tıpatıp aynıdır. Beyinde iştah ve de sonrasında alınan keyfin karşılığı olan kimyasallar gibi nöronal yollar da tıpatıp aynıdır. Bu yollar keyfin alkolden mi, çikolatadan mı, koşmaktan mı, seksten mi geldiğini bilmez. Tek bildiği dopamin, endorfin ve seratonin varsa harekete geçmek yoksa da atalete gark olmaktır. O yüzden teker hep aynı yöne döner: Ya yaptıkça yaparız ya da yattıkça yatarız.
Bu yaptırıcı (!) beyin kimyasallarını hangi yollarla ürettiğimizi de bir tek biz biliriz. O yüzden alıştığımız yolu sever, ötekinin yoluna dudak bükeriz. Ancak bilmemiz gereken şey, bu kimyasallar ve yolakları değildir. Bütün bu beyinsel düzenlemelerin temel belirleyeni olan duygularımızı, aklımızı kullanarak denetim altında tutmamızın gerekliliğidir asıl bilmemiz gereken. Aklımızı devreye sokarsak bütün bağımlılıklarımızı, alışkanlıklarımızı, huylarımızı ve zevk alma yöntemlerimizi değiştirebiliriz.
Zevk konusunda mutlaka hatırlamamız gereken iki önemli şey var. Birincisi zevk için yapmaya alıştığımız şeyi “sık aralarla sürekli olarak” yaparsak bağımlısı olacağımızdır. Bağımlılığın kıskacına düşmemenin yolu da “seyrekleştirmek, gündelik hale gelmesine izin vermemektir.” İkinci hatırlamamız gerekense, zevk ve haz yollarının sadece bizim alıştığımız yollardan ibaret olmadığıdır. Daha zevklileri olduğu gibi daha yararlıları da vardır.
Dünyanın derdi bitmez. Bizim stresimiz de keyif alma isteğimiz de öyle. İnsanın değişme yeteneğinin ise sonu yoktur. Beynini istediği yönde değiştirme yeteneğinin de. İnsan isterse hem davranışlarını hem de zevklerini değiştirebilir. Aynı yolları kullanma inatçılığına nanik çekmesi gerektiğini bilmesi ve hep aynı yolda yürüdüğünü idrak etmesi yeterlidir. Yeni yolda yürümenin yöntemi ise çok basittir: Tekrar. Kısa aralıklarla düzenli/sürekli tekrar.
Kardeşimin örneğinde olduğu gibi, keyif aldığımız şeyler zamanla ve koşullara bağlı olarak değişir. Ancak kendimizi akışa bırakıp nehrin ucundaki çağlayana doğru sürüklenmenin anlamsızlığı da ortada. Biz, iradi müdahaleyle kendimizi/beynimizi değiştirebiliriz…
Hep söylediğimi gene yineliyorum: Yaşı, kapasitesi ıvır zıvırı fark etmez, beyin denilen organ düzenli olarak tekrarlanan her şeyi öğrenir. Her öğrendiğinden de zevk alır ve keyif hanesine katar. Her yeni öğrendiğiyle de gelişir ve eskimesi azalır. Dikkat dikkat, eskimesi azalır dedim. Öyleyse kılıfına uydurma gayretlerimizden vazgeçip eski ama zararlı olan keyif yollarımızı yeni ama yararlı keyif yollarıyla değiştirmeliyiz. Hem de ertelemeden, hemen şimdi.
Yepyeni şeyleri tekrarlaya tekrarlaya zevkin doruklarına erişmek için ne bekliyoruz ki? Bunamayı mı?