Emekli diplomat Engin Solakoğlu’nun soL’da yayınlanan yazısı:
“Kuzeybatıdan esen yele karayel diyoruz. Uzun yıllar yaşadığım Ankara’da özel bir anlam atfedildiğini duymadım ama büyüdüğüm İstanbul’da ciddiye alınan bir rüzgârdır. Kışın estiğinde kar habercisi sayılırdı eskiden. İstanbul, düzenin müteahhit partileri tarafından sayısız gövdeli ve sayısız kollu karbon monoksit püskürten bir canavara dönüştürüldüğünden beri karayel bile yetmiyor artık kar yağdırmaya. Her ne ise başımızda kardan çok daha önemli sıkıntılar var.
Bu hafta Filistin konusuna geri dönmek niyetindeydim. İsrail’in etnik temizlik ve soykırım amaçlı saldırısı sürüyor çünkü. Gazze’de ölü sayısı 13 bini bulmuştu ben bilgisayar başına otururken. Milyonu aşkın insan İsrail Ordusu Tsahal tarafından bir aşağı bir yukarı sürülmekte, bu arada hastaneler, okullar bombalanmakta. Bir yandan da İsrail’in ürettiği yalanların yavaş yavaş ifşa olduğuna da tanık oluyoruz.
Dışişleri Bakanı Hakan Fidan, birtakım İslam ülkeleriyle birlikte yürütülen bir “diplomatik ve insani” bir girişimden söz ediyor. Bu iki tanımlamaya bakınca Hamas’ın ve İsrail’in elindeki tutsaklarla ilgili bir girişim olabileceği tahmine müsait. Öte taraftan sözünü ettiği İslam ülkelerinin de Türkiye’nin de İsrail’le ticareti sürüyor. TKP bu hafta bu konuda bazı sorular sordu. Şu bağlantıda bulabileceğiniz sorular son derece somut. Bunlara Akepe düzeninin aynı somutlukta yanıtlar getirebileceği ise fena halde kuşkulu.
Oysa sorun tutsaklar ya da savaşın durması değil, Filistinlilerin meşru haklarının iade edilmesi. Bunların en başında da yaşam hakkı geliyor. Bu konuya daha çok değineceğiz önümüzdeki günlerde. Büyük insanlığın mensubu olma iddiası taşıyorsak emperyalizmin cinayetleri ve yalanlarıyla mücadele etmek gibi bir görevimiz var demektir.
Filistin doğrudan Türkiye’nin “beka” sorunu olmayabilir. Karadeniz ise neresinden bakarsanız bakın, Türkiye’deki düzenin adından ve niteliğinden bağımsız olarak hata affetmeyecek bir mesele.
Arada dikkatimiz dağılıyor ama 2022 yılının Şubat ayından beri Karadeniz ara ara çeşitli vesilelerle hatırlatıyor kendini. Rüzgâr bir anda karayele dönüyor. Geçen gün Deniz Kuvvetleri Komutanı bir törende konuştu. Oramiral Ercüment Tatlıoğlu, soL Portal’in aktardığı şekliyle Karadeniz’de 2008 yılından beri yaşanan krizleri anımsattıktan sonra özetle “NATO’yu veya Amerika’yı Karadeniz’de istemiyoruz” demiş.
İfadeleri ilk bakışta garip geliyor. Zaten Türkiye’nin NATO’cu muhalefetinin temsilcileri fırsatı kaçırmamışlar, “Koskoca komutanın Türkiye’nin NATO’ya üye olduğundan haberi yok” diyerek açıklamayı hicivle karışık eleştirmişler.
Peki NATO Karadeniz’de yok mu? Elbette var. Salt Türkiye üye olduğu için değil, Bulgaristan ve Romanya da sahildar devlet oldukları için Karadeniz’de NATO’nun olmadığını söylemek mümkün değil. Aslında Oramiral Tatlıoğlu’nun söylemek istediği anlaşılıyor NATO’nun yanına ABD’yi de koyduğunda. Türkiye Karadeniz’de ABD ve onun pişekârı İngiltere’yi istemiyor. Çok da iyi ediyor.
Tatlıoğlu’nun görüşünü açıklarken verdiği örnek de ilginç. Deniz Kuvvetleri Komutanı mayınlardan söz ediyor. Ukrayna-Rusya savaşı vesilesiyle Karadeniz’e 400’den fazla mayın bırakıldığını, bunlardan 17’sinin sahillerimize geldiğini, 15’nin tespit ve imha edildiğini, tespit edilemeyen 2 mayının ise Cide ve Ereğli sahillerinde patladığını ve tehlike yarattığını söylüyor.
Karayel istikametinde taraflardan birinin nükleer silah sahibi olduğu berbat bir savaş sürüyor ama gündem şehveti içinde unutuyoruz. Savaşın daha en başında bir mayın vaveylası kopmuş, ben de bunu yazmıştım. Üstelik o yazıda da anlattığım gibi, İstanbul Boğazı’na yaklaştıkları için gündem olma hakkını elde eden o cisimler Deniz Kuvvetleri Komutanı’nın bahsettiği mayınlar değillerdi. O sıradaki tartışma en çok bunların kime ait olabileceği üzerinde yoğunlaşmıştı. Benim tezim, mayınları donanması rakibine göre daha zayıf olan tarafın döşemiş olmasının daha akla yakın geldiği şeklindeydi.
Oramiral Tatlıoğlu’nun “Karadeniz’i Orta Doğu’ya çevirmesinler” biçiminde bir tembihle devam edip “Dolayısıyla Karadeniz’e herhangi bir ülkenin veya NATO’nun girmesini istemiyoruz” kesinliğiyle biten sözleri mayınların kime ait olduğu konusunda Deniz Kuvvetleri’nin net bir fikri olduğunu gösteriyor.
Erhan (Nalçacı) Hoca’nın da Temmuz ayında yazdığı gibi NATO’nun, aslında ABD’nin bir şekilde Karadeniz’e girmek niyetinde olduğu açık. Bunun önündeki engelin ne olduğu da ortada.
İsviçre’nin Montrö kentinin çok ünlü bir caz festivali var, daha az bilinen bir stand-up gösteri festivali var, bir de kentin adıyla anılan Marmara ve Boğazlar Sözleşmesi var. Dünyada en büyük ve en güçlü donanmaya sahip olduğu bilinen, okyanusların her köşesine selamsız sabahsız dalıveren ABD’nin Karadeniz’de at koşturmasına işte bu Montrö Sözleşmesi izin vermiyor.
Oramiral Tatlıoğlu bu konuşmayı yaptıktan birkaç saat sonra ABD Dışişleri Bakanlığı’nın bir paylaşımı düştü önüme. ABD Dışişleri’nin Kamu Diplomasisi’nden sorumlu Bakan Yardımcısı Liz Allen bizlere Varna Limanı’ndan sesleniyordu. Allen 51 saniyelik videoda Karadeniz’in NATO Müttefikleri ve dünyanın geri kalanı için ne kadar ‘kritik” olduğunu anlatıyordu.
Allen’ın söyledikleri ve söylemedikleri de gösteriyor ki ABD denen emperyalist canavarın kalın derisinde bir ürtiker etkisi yaratıyor bu sözleşme. Kaşındırıyor, deli ediyor. Bundan birkaç yıl önce bu sözleşmenin önemini anımsattılar diye yaşını başını almış amiralleri içeri tıkmaya kalkışan Akepe iktidarı sürüyor. Gelin görün ki, Deniz Kuvvetleri Komutanı şimdi Montrö Sözleşmesine uyulması gerektiğinin altını çiziyor. Buna karşılık, emekli amiraller o adli görünümlü haksızlığa uğradığında arkalarında durduğu izlenimi veren ana muhalefet partisinin bir vekili şimdi Montrö’yü hatırlatan Oramiral Tatlıoğlu’nu eleştiriyor.
Tatlıoğlu doğruyu söylüyor. Montrö’nün önemi tartışılmaz. Lozan’la birlikte Türkiye Cumhuriyeti’nin egemenlik haklarının uluslararası dayanağıdır. Yalnız şu tartışılır: Bu çekişmedeki iki taraftan hangisinin samimiyetine inanabiliriz? Öyle ya, Amiraller Bildirisi 2021 yılının Nisan ayında yayınlandığında taraflar tam da şimdi bulunduklarının aksi istikametindeydiler.
Açık söyleyeyim her iki tarafa da güvenmek için fazla sebebimiz yok.
Bir kere CHP cenahının kronik NATO’culuğunun öyle kurultayla filan değişmesi ihtimali yok. Bir gün Montrö’ye sahip çıkarken ertesi gün NATO ittifakının “yüksek menfaatleri” söz konusu olduğunda geri adım atacakları, bu iki tutum arasındaki çelişkiyi halkın anlamayacağına da inandıkları kesin.”
Yazının devamını okumak için tıklayın