Pazartesi, 22 Eyl 2025
  • My Feed
  • My Interests
  • My Saves
  • History
  • Blog
Subscribe
Medya Günlüğü
  • Ana Sayfa
  • Yazarlar
  • Hakkımızda
  • İletişim
  • 🔥
  • MG Özel
  • Günlük
  • Serbest Kürsü
  • Köşe Yazıları
  • Beyaz Önlük
  • Mentor
Font ResizerAa
Medya GünlüğüMedya Günlüğü
  • MG Özel
  • Günlük
  • Serbest Kürsü
  • Köşe Yazıları
  • Beyaz Önlük
  • Mentor
Ara
  • Anasayfa
  • Yazarlar
  • Hakkımızda
  • İletişim
Bizi takip edin
© 2025 Medya Günlüğü. Her Hakkı Saklıdır.
Webmaster : Turan Mustak.
EditörKöşe Yazıları

Kapının ardındakini görmek (2)

Dr. Nevin Sütlaş
Son güncelleme: 21 Eylül 2025 16:34
Dr. Nevin Sütlaş
Paylaş
Paylaş

Avustralyalı dahiliye uzmanı Marshall, mide ülserine stresin değil bir mikrobun neden olduğunu söylediğinde dikkate alınmayınca bir çılgınlık yapıyor demiştim geçen yazıda. Konuya oradan devam ediyorum.

Marshall önce kendisine bir endoskopi yaptırıp midesinin sapasağlam ve mikropsuz olduğunu gösteriyor.  Sonra söz ettiği bakterileri ürettiği kültürü içiyor. Üçüncü gün mide bulantısı ile hastalık belirtileri başlıyor. Kusmaya da başlayınca 8. gün endoskopi tekrarlanıyor. Belirgin bir gastrit olduğu ve mide sıvısının mikroplu olduğu görülüyor. 14. gün endoskopisiyle kanıtlar netleştiği için antibiyotik tedavisine başlıyor. Antibiyotikler ile iyileşince de bu mikropların gastrit yaptığı kesinleşmiş oluyor. (Gastrit, ülserin başlangıç aşamasıdır.) 

Aynı senenin sonunda Avustralya’da bir komisyon kurarak bu mikrobun hangi antibiyotiklerle tedavi edilmesinin daha iyi olabileceğine ilişkin araştırmaları da başlatıyor. Bu arada, yanında çalışan bir stajyerde de bu mikrobu saptayınca onu bizmut ve antibiyotik vererek tedavi ediyor. Kendisine ve stajyerine yaptıkları yüzünden de etik olmamakla suçlanıyor ve aleyhindeki dedikodular alıp yürüyor. Yaptığını delilik olarak yorumlayan bir karikatüre de sinirlenmek yerine onu çoğaltıp herkese dağıtıyor Marshall. Mizahın gücü malum. Böylece konunun daha çok konuşulmasını sağlamış oluyor. Zekasının keskinliğine bu davranışı bile kanıt bence.

Bu arada, etkili bir antibiyotik tedavisinin keşfi için bir ilaç firması ile de iş birliğine giriyor ve o firmanın daveti üzerine Amerika’ya taşınıyor.  1989’da, ribozomal dizilim tekniği ile şeklinin benzediği ishal bakterisi Camplyobacter’ dan farklı olduğu anlaşıldığından, insan midesini mesken edinen bu pislik bakterisine “Helicobacter pylori” adı veriliyor. İsimdeki pilor bölümü mideyi kastederken, helical de tipinin benzediği sarmaldan geliyor ama nedense bu mikroba kaşiflerinin adını vermeyi düşünen olmuyor… 

1994’de yani Lancet’te bu keşif yayınlandıktan 10 yıl sonra Amerika’nın ilaç otoritesi FDA, eğer bu mikrop midede saptanırsa antibiyotikler ile tedavi edilebilir fetvasını veriyor. Konu FDA onayı alınca bakışlar değişmeye başlıyor. Ancak tıp alemi de az buz tutucu değildir. Pek çok dahiliyeci bu buluşa dudak büküyor. “Ne var yani bazılarının midesinde mikrop varsa, hepsinde olduğu ne malum, herkese endoskopi ve biyopsi yapamayız ya” diyerek asit gidericileri reçete etmeyi sürdürüyor. (Ben o günün tıp ortamlarında benzer minvaldeki konuşmalara tanığım. 40 yıl sonra hâlâ öyle düşünenler olduğunu da biliyorum.) 

1996’da Marshall Amerika’dan ülkesine geri dönüyor. Bu arada birçok ödül aldıysa da asıl 2005’de Warren ile birlikte Nobel ödülünü alıyorlar. Ancak o zaman tutucu doktorlar gastrite ve gastrointestinal ülserlere antibiyotik yazmaya başlıyor. Ancak bu gelişme bile mide asidi ilaçlarının havlu atmasına neden olmuyor. Mide ülseri rehberleri bugün bile asit ilaçlarının listesiyle başlıyor. Üstelik eskiden kıyıda köşede kalmış bir tanı olan “reflü” hatırlanıp vara yoğa bu teşhis konuyor ki asit ilaçları daha çok reçete edilsin…

Bizim tedavi kelimemize karşılık İngilizce’de “cure” ve “treatment” olarak iki ayrı kelime var. Bu çok önemli bir ayrım. Çünkü “cure” tam iyileşme demek. Örneğin zatürre olmuş ama uygun antibiyotik tedavisiyle tamamen düzelmişseniz buna “cure” deniyor. Ancak tansiyonunuz yüksekse ve ilaçla düşüyorsa buna “treatment” deniyor çünkü ilacı almazsanız tekrar yükselir, dolayısıyla bu tam bir iyileşme değildir. (Aslında bizde de “cure” karşılığı “kür” lafı var ama kaplıca kürü, arınma kürü gibi anlamından çok uzaklaşmış bir şekilde kullanılıyor.)  İsimlendirmeye ait bu fark, iletişim sorunları da yaratıyor. Örneğin müzmin migren hastasının “bu derdimin dermanı yok” diye yakınmasına karşılık doktor “verdiğim ilaçlarla ağrın geçmiyor mu, niye tedavisi yok diyorsun” diye direnç gösterdiğinde bu adlandırma problemi dile getirilmiş oluyor. 

Mide asidini azaltıcı ilaçlarının aslında ülserleri yok ettikleri falan yok. Ancak bu “treatment” ile milyonlarca kişinin ağrı atakları durdurulabildiği ve ameliyata gitme oranı düştüğü için, ataklar yeniden geri dönüyor olmasına rağmen sanki “cure” sağlıyormuş gibi pazarlanıyorlar. Pazar dediğim de az buz değil. Bu ilaçların yıllık pazarı sadece Amerika’da 3-5 milyar dolar hacmindeyken dünyanın her yerindeki her ailede ülserli birileri var. Üstelik yoksul ve hijyen sağlanmayan ülkelerde daha çok var. İşte bu büyük kazanç kapısı Marshall-Waren keşfinin yılan hikayesine dönmesinin de püf noktası. 

Bazıları diyor ki:

“Tıbba da güven olmuyor. Doktorların fikri de modalar gibi değişiyor. Dün öyle diyorlar bugün böyle. Üstelik biri şöyle derken öteki böyle diyor…” 

Tıp uygulamalarının değişiminden yakınanlar kendilerince haklılar elbette ama tıbbi bilgi dediğin de zamanla değişiyor. İyi ki değişiyor ama görüldüğü üzere çok da kolay olmuyor değişim. Mide ülseri bu değişim ve dönüşümün en tipik olanıdır. Örneğin ben öğrenciyken ülserlilere gün boyu birkaç saat aralıkla süt içirilirdi. Süt verilen saatlerin arasındaki saatlerde de asit sulandırıcı ilaç verilirdi. Şimdi sakın süt içmeyin daha fena olur deniyor ve antibiyotikle tedavi ediliyor. Çünkü Marshall ve Waren gibi iyi bilenenden bile kuşkulananlar tarafından yeni şeyler keşfediliyor. 

Bir hekimin sapasağlam iken ucu kansere kadar gidebilecek bir mikrop çorbasını içme kararının gerekçesi bile anlatılmaya değerken bu iki adamın başarı hikayesi değil iki yazı, roman olacak kadar uzun. Birine apacık görünenin diğerlerince bunca geç görülebilmesinde ön yargılar kadar çıkar çevrelerinin katkısı anlatmakla bitecek gibi değil.

Hekimler çıkar çevrelerinin oyunlarına niye kanıyor, yoksa onlar da oyunun bir parçası mı diye düşünenlere hiç meslek şovenizmi yapmadan şu kadarını söyleyeyim: Hekimler daha önce de defalarca anlattığım gibi tıbbi bilgiyi üreten değil kullanan kişilerdir. Dünya devi şirketlerin satmak istedikleri şey için yaptıkları yatırımın ve de açıkça ve sinsice yaptıkları reklamların ise sonu yok. Sinsi reklamı konu özelinde örneklersek, asit ilaçları için tıbbi literatürdeki makale sayısı binlerce. Üstelik bu yayınların hepsi Amerika’nın en saygın üniversitelerinin prestijli dergilerde çıkan yayınları. Siz doktor olsanız hangisine inanırdınız, onca kanıta dayalı (!) yayına mı yoksa Avustralyalı iki doktorun yirmi otuz vakalık bir iki yayınına mı? Hatta onların yayınlarından haberinizin olmaması bile mümkün çünkü her basılan makaleyi her hekim bulup okuyamaz ki. Ancak ilaç şirketlerinin temsilcileri hekimlerin okumasını istedikleri yayınları çoğaltıp masalarına kadar bizzat ulaştırırlar. Yani hekimlere ulaşan bilgi böyleyse…

Bu globalist çağda tıp biliminin tümüyle ilaç şirketlerinin denetiminde oluşu anlatmakla bitmeyecek kadar uzun bir konu. O yüzden hekimler bu oyunlarda piyon olduklarını bile fark edemiyorlar, laf yani yayın kalabalığından. Tek tük istisnalar hariç çıkar çarkıyla hiçbir alakası olmayan dünyanın herhangi bir yerindeki bir hekimin görüşünü dolayısıyla reçetesini belirlemek pek de zor olmuyor ticaretin en tepesindekiler için. Deyip bu konuyu geçeyim. Bu hikâyenin “happy end”inde bile yine bir ilaç şirketinin payı olduğunu göz ardı etmeden…

Acı olan şudur ki günümüz Tıbbı “cure” değil “treatment” peşindedir. Çünkü artık “tıp alemi” demek “tıp sektörü” demektir, sektör demek de kazanç demektir. Bir seferlik “cure” kazancının, neredeyse ömür boyu süren “treatment” kazancının yanında solda sıfır oluşundan ötürü…

Sonuç olarak, gerçeklerin eninde sonunda ortaya çıkmak gibi bir huyu var. Asitte bakteri üremez lafının hurafe olduğu, mikrop denilen mini mini canavarların asitte bazda, betonda plastikte, buz dağlarının kilometrelerce dibindeki derinliklerde, havalı ortamda havasız ortamda, yaşamla bağdaşmaz zannettiğimiz hemen her yerde yaşamayı becerdiklerini artık öğrendik. (Canavar dediğim elbette bize zararı olan mikroplar yoksa mikropların çoğunluğunun bizim için faydalı olduğunu hatta onlar olmazsa bizim de var olmayacağımızı da unutmadan.) 

Strestendir denilen pek çok derdin asıl nedenleri de günbegün açığa çıkıyor. Ninem dedem çağında bulaşmadık aile, öldürmedik taze bırakmayan verem belasına nasıl “ince düşünmektendir, kara sevdadandır” denirken aslı astarı bir tombul bakterinin akciğerleri yiyip tüketmesiyse, anam babam çağında “sinirden stresten” denilen mide ülserlerinin nedeni de başka bir tombul bakterinin mide duvarına tebelleş olmasıymış işte.  

Bakış açısı denilen şeyi örneklediğim “Gözünün gördüğüne bile inanma” yazısında kapıda Zeki’yi arayanın Zeki’yi, Necdet’i arayanın Necdet’i gördüğünü hatırlayacaksınız. Kapının önü yerine kapının ardını görebilenlerse nadirden de nadir. “Sen bu görüntülerde kanser ara” denmişken “ama ben burada bakteriler görüyorum” diyebilme tutturukçuluğu için 2024’te ölen John Robin Warren’e ve de gördüklerini görmek istemeyenlere zorla göstermek için bile isteye kendini ülser ederek milyonlarca insanın ülserine derman olan James Barry Marshall’a en kocamanından selam ve saygılarımı sunuyorum. 

Not: Nobel Ödülü sırasında çekilmiş bu fotoğrafta daha genç olan Marshall, yanındaki eşi Adrienne. Warren’in yanındaki ise geliniymiş. Eşi bu ödülden birkaç yıl önce öldüğü için Warren “sonunda başardığımızı göremedi” diye çok üzülmüş. 

Marshall ve Warren’i tanımak isterseniz:

Marshall ile yapılmış upuzun bir röportaj da özellikle hekimler için:

1. Bölüm:

Kapının ardındakini görmek…

***

Medya Günlüğü sosyal medya hesapları:

X

Bluesky

Facebook

Instagram

Bu yazıyı paylaşın
Facebook Email Bağlantıyı Kopyala Print
YazanDr. Nevin Sütlaş
Takip et:
1959 yılında Adapazarı’nda doğdu, İstanbul Üniversitesinde Tıp doktoru, Bakırköy Akıl Hastanesinde Nöroloji Uzmanı oldu ve aynı hastanede 30 yıl eğitim görevlisi hekim olarak çalıştı. Beynin damar ve enfeksiyon hastalıkları, yoğun bakım, hasta beslenmesi, açlık grevi/ ölüm orucu ve Multipl Skleroz konularında çalıştı. Sağlık sisteminin özelleştirilmesi sürecinde uğradığı mobing yüzünden 2016 yılında aktif meslek yaşamını sonlandırdı. Beyin ile ilgili bilimsel bilgiler temelinde topluma yönelik kitaplar yazmayı sürdürüyor. Florida'da yaşıyor. Web sayfası: http://www.nevinsutlas.net/index.html Elektronik posta: calisal01@yahoo.com
Önceki Makale Dijital Van Gogh
Sonraki Makale Bir tatlı huzur Kalamış’ta bile kalmadı…

Medya Günlüğü
bağımsız medya eleştiri ve fikir sitesi!

Medya Günlüğü, Türkiye'nin gündemini dakika dakika izleyen bir haber sitesinden çok medya eleştirisine ve fikir yazılarına öncelik veren bir sitedir.
Medya Günlüğü, bağımsızlığını göstermek amacıyla reklam almama kararını kuruluşundan bu yana ödünsüz uyguluyor.
FacebookBeğen
XTakip et
InstagramTakip et
BlueskyTakip et

Bunları da beğenebilirsiniz...

*Köşe Yazıları

Halktan kopanlar er geç kaybeder

Cenk Başlamış
22 Eylül 2025
EditörGünlük

Filistin’i tanıyan ülkeler

Medya Günlüğü
22 Eylül 2025
EditörGünlük

Türkiye’nin savaş uçakları

Medya Günlüğü
22 Eylül 2025
EditörGünlük

Ruslar neden dönüyor?

Medya Günlüğü
22 Eylül 2025
Medya Günlüğü
Facebook X-twitter Instagram Cloud

Hakkımızda

Medya Günlüğü: Medya eleştirisine odaklanan, özel habere ve söyleşilere önem veren, medyanın ve gazetecilerin sorunlarını ve geleceğini tartışmak isteyenlere kapısı açık, kâr amacı taşımayan bir site.

Kategoriler
  • MG Özel
  • Günlük
  • Köşe Yazıları
  • Serbest Kürsü
  • Beyaz Önlük
Gerekli Linkler
  • İletişim
  • Hakkımızda
  • Telif Hakkı
  • Gizlilik Sözleşmesi

© 2025 Medya Günlüğü.
Her Hakkı Saklıdır.
Webmaster : Turan Mustak

Welcome Back!

Sign in to your account

Username or Email Address
Password

Lost your password?