Babam çoğunlukla bir kaşık karbonat karıştırdığı suyu içerdi. Yetmezdi, kireç görünümlü bazı şuruplar içerdi. Yetmezdi, başka şeyler de içerdi.
Gene de içtiklerinin yetmediği, acıdan iki büklüm kıvrandığı olurdu. Bu ülser en sonunda kanayıp öldürecek diye korkardık. Sonra bir mucize oldu, babamın 40 yıllık mide derdi son buldu.
Avustralya’nın Kalgoorlie denilen küçük bir maden kasabasında Barry James (fotoğrafta solda) adı verilen bir bebek doğduğunda sene 1951. Marshall ailesine doğan bu bebe dünyaya gözlerini benden üç beş sene erken açmış yani. Madende çalışan bir mühendis olan babası sonunda başka bir iş bulup gurbete gittiğinde, hemşire olan annesi yakındaki Perth şehrine taşınmış ki çocukları okuyabilsin.
Barry inek bir öğrenci değil ama çok meraklıymış. Melbourne şehrinde elektrik mühendisliği okumaya başlamışsa da grip olup dersleri 2 hafta kaçırınca matematikte zorlanmış. Bakmış arkadaşlarına yetişemiyor vazgeçip Perth’e dönerek tıp fakültesine yazılmış. Sınıfı çok kalabalık, 100 küsur kişiymiş ama o okulu başarıyla bitirerek dahiliye uzmanlığına başlamış 1978’de. Ben de o sıralar İstanbul’da dahiliye bilim dalı ile ilk kez karşılaşan bir tıp öğrencisiydim ve bizim sınıf hiç kalabalık değildi (!). Sadece 300 küsur kişiydik, koca amfilerde ders dinleyip tıp deryasına dalmaya çalışan…
Bu doktor 1981 yılında gastroenteroloji bölümünde rotasyon yaparken mide ülserlerin biopsilerini inceleyen patalog ile tanışıyor ve onun yaptığı bir hasta listesini görüyor. Bu ilk karşılaşmalarında patalog Warren (fotoğrafta sağda) dahiliyeci Marshall’a mide biyopsilerinde mukozanın içinde gördüğü mikropların slaytlarını da gösteriyor. Sosise benzer tombullukta büklüm büklüm bakteriler gördüğü hastaların listesi bu. Bu durum çok ilginç.
İlginç olan mide ülserlerine biyopsi yapılması değil. Ülserlerin zamanla kansere dönüştüğü bilindiği için patoloğa kanser var mı baksın diye gönderiliyor. Oysa Warren’ın Marshall’a gösterdiği liste midesinde mikrop bulunan hastaların listesi. İlginçlik burada çünkü o günlerin bilgisine göre midenin içi steril yani hiç mikropsuz bir ortam. Yüksek asitli olan mide suyunda bakterilerin yaşama şansı olmadığından midede mikrop görülüyor olamaz. Ancak Patolog Warren “görüyorum işte buradalar” diyor ve gördüklerini gösteriyor Marshall’a. “Sen klinisyensin al bu 22 hastanın ismini ve bak bakalım bunların nesi var” diyor. Malumunuzdur patologlar hastaya bakan hekim değillerdir, çalışmaları laboratuvar ortamıyla sınırlıdır o yüzden bu iş birliği zorunlu.
Meraklı ve bilgili bir hekim olan Marshall, Campylobacter jejuni mikrobunun yiyeceklerden kaynaklı ishallerin (gastroenteritis) nedeni olduğunu biliyor. Warren’ın gösterdiği mide biyopsilerindeki yamuk yumuk bakterilerin pisliğe bağlı üreyen bu bağırsak mikrobuna çok benzediğini fark ediyor. Marshall, babam gibi karnı çok ağrıyan bir hastasının endoskopisinde midede Warren’in gösterdiği gibi bazı bakteriler gördüğünü ama anlam veremediğini için “stres ülseri” olan bu hastasını psikiyatriye sevk ettiğini de hatırlayınca bu konuyla yakından ilgilenmeye başlıyor. Literatür taraması yapınca bu bakterilerin başkalarınca da rapor edildiğini ama kendisinin de yaptığı gibi artefakt sanılarak geçiştirildiğini anlıyor.
1982’de Marshall gastroentroloji rotasyonunu bitirip hematolojinin kemik iliği transfer birimine geçtiğinde babam hâlâ iki büklüm kıvranmaya devam ediyor. O günlerde mide ve ince bağırsak ülserlerine “stres ülseri” deniyor ve sinirli kişilerde mide asidinin artışından kaynaklandığı düşünülerek asit azaltıcı yani midenin sindirim için ürettiği suyu sulandırıcı ilaçlar reçete ediliyor. Karbonatlı su da o nedenle öneriliyor. (Ahhh, her derde önerilen o karbonat ahhh!) Bu ülserler işi azıtıp kanadığında veya kansere dönüştüğünde de ameliyat ediliyor. Bu ameliyatlar o kadar yaygın ki cerrahların asıl işi buymuş gibi kanıksanmış bir durum var.
Şu dünyada stressiz insan mı var ki ülsersiz insan olsun (!). Hekimler de stresinizi azaltın, stres veren işlerde çalışmayın benzeri öğütler verdikleri için pek çok kişi işyerini kapatıp kendini rahatlatmaya çalışıyor. Babam polis. 1970 ve 1980’lerde polis olmak bugünkünden bile beter. Sadece halk değil, polisler bile solcu ve ülkücü olarak ikiye ayrılmış durumda ve birbirine kırdırılıyor. İktidardakilere muhalif babam da “Kör kurşuna denk gelmek bir şey değil de mide delinmesinden ölmenin hiç alemi yok” diyerek, erken emekli olmuş durumda. Ama emekliliğinde de ağrılar devam ediyor.
1970’lerin sonunda H2 reseptör blokeri ve proton pompa inhibitörü denilen bir grup mide ilacı mucize olarak piyasaya sürülmüş, 1980’lerin başında ortalığı kasıp kavurur durumda. Bu ilaçlar midenin asit salgısını sulandırmak yerine doğrudan asit üretimini azalttıkları için ameliyata gidecek olgular azalıyor. Ben de bu ilaçları tıp öğrenciliğimin son demlerindeyken öğrenir öğrenmez zaten ameliyata razı olmayan babama başlıyorum. Diğer hastalar gibi babam da sonunda biraz rahata kavuşuyor ama tam düzelmiyor, şiddetli ağrı krizleri gene de devam ediyor.
O sıralar doktor Marshall, hematoloji eğitimi için başka bir şehrin hastanesine transfer oluyorsa da Warren’ın listesini üzerinde çalışmaya devam ediyor. “Zaten sıkıcı ve soğuk bir yerdi. Çalışmaktan başka yapacak şey yoktu” diye anlatıyor mütevazı adam araştırma için sabahladığı geceleri.
İnternetin olmadığı, tıbbi dergilere zar zor erişilebildiği günlerden, 1980’lerden bahsediyoruz. Kendisi merkezden uzak bu döneminde uzak ülkelerin kütüphanelerindeki kitap ve dergilere büyük zorluklarla erişebildiğinde başka konulara takılıp hedeften uzak okumalara da daldığını tatlı tatlı anlatıyor. Ancak o çelinmeler sayesinde konuyla ilgili çok ilginç verilere de ulaşıyor. Örneğin yüz yıl önce yazılmış bir veterinerlik kitabında köpeklerin asit dolu mide suyunun bakterilerle de dolu olduğunun yazıldığı ama bu buluşun kimsenin ilgisini çekmediğini öğreniyor. Bu rastlantısal okumalar sayesinde eriştiği başka bilgiler ile de doğru yolda olduğunu anlıyor.
Marshall her fırsatını bulduğunda bu konudaki çalışmalarını meslektaşlarına sunuyor. Mide yaralarının sinir stresten olduğuna inanmayı sürdüren meslektaşlarınca mikroptan olduğu savının kanıtları pek de ilgi görmüyor. Nedenini bilemediğimiz her şeyi sinir strese yorma huyumuz her daim geçerli.. O zamanların psikiyatri kitap ve dergileri de “stres ülseri kişiliği” tanımlarıyla dolu. Yani çalışma ve yaşam koşullarından geçtik “kişiliğiniz yüzünden ülser oluyorsunuz” bile denmiş ve herkes bu fikre inanmış durumda…
Marshall da artık dahiliye uzmanı olmuş durumda. Ancak çalışmak için iş bulmakta zorlanıyor. Sonunda küçük bir hastanede iş bulabiliyor. Şansına bu hastane hem bir eğitim hastanesi hem de yine Perth şehrinde. Bu sayede yeniden Warren’ın yakınına gelmiş oluyor. Böylece ikisi birlikte çalışmayı sürdürüyor ve sonunda bulgularını yayınlıyorlar. Aslında yazı yazma konusunda becerikli olduğu anlaşılan karısı Adrienne onun çalışma bulgularını derleyip toparlayıp bilimsel yazı haline gelmesini sağlıyor. Sonrasında da Marshall’ın dergi ve kitap yazıları Ardienne sayesinde gerçekleşiyor.
1983’de Marshall İngiltere’den gastroenterelog Martin Skirrow ile haberleşmeye başlıyor ve sonra da onun kliniğine gidip ülser vakalarının biyopsilerini inceliyor. Böylece İngilizlerin ülser biyopsilerinde gördüğü spiral mikroplarla kendisinin Avustralya’dakilerin aynı olduğunu yani saptadıkları mikrobun evrensel olduğunu anlıyor. Sonunda bir bakteriyolog da bu büklüm büklüm (spiral) mikropları izole edip kültürde yani insan bedeni dışında üretmeyi başarıyor.
Marshall ve Warren buluşlarını 1984’de İngiliz Tıp dergisi Lancet’te yayınlıyorlar. O yazıda 13 duedenum ülseri hastasının biyopsisinin hepsinde ve 22 mide ülseri hastasının üçte ikisinde bu spiral bakterilerin bulunduğunu bildiriyorlar. (Bakterinin izole edilemediği vakalar bayram tatiline rast geldiği için kültürde üremeleri için gereken zaman yetmemiş) Böylece “mide ülserine sebep stres değil bu yamuk mikroptur” savları literatüre girmiş oluyor.
Öncesinde poster sunumları bile reddedilen Marshall ve Warren’ın bu prestijli dergide çıkan yayını da pek kabul görmüyor. Warren’a “bütün pataloglar her gün mide ülserlerini inceliyor, hiçbiri görmemiş de sen nasıl gördün?” diyorlar. “Ne bileyim niye görmemişler ama ben görüyorum ve size de gösteriyorum işte” demesi kâr etmiyor. Marshall’a “Madem mide asidinde bu mikrop yaşayabiliyor öyleyse niye hayvan deneyin yok?” diyorlar.
Marshall bakıyor bu iş böyle olmayacak, tam bir çılgınlık yapıyor. Yaptığı delilik sizin de kulağınıza çalınmış olabilir ama ben gelecek yazımda anlatacağım. İnanılana karşı durmanın ne kadar maliyetli olduğunu bu örnek üzerinden biraz daha anlatabilmek için.
Her zaman ve her konuda, emin olmaktan uzak, kuşkuya yakın kalın.
***
Medya Günlüğü sosyal medya hesapları: