20.nci yüzyılın başlarında Ermenileri güney sınırlarımızın dışına sürdük.
1923 yılında Lozan Antlaşması gereği 1,5 milyon Rum’u Yunanistan’a yollayıp, karşılığında oradaki 400 Bin Türk’ü aldık.
6-7 Eylül 1955 olayları ile geride kalan son birkaç bin gayrimüslim azınlığı da ülkeden kaçırdık.
Ülkemizden yolladığımız bu insanların birçoğu en az iki dil konuşabiliyordu, iyi eğitimli ve yüksek becerilere sahipti. Başta ticaret olmak üzere çok şeyi onlardan öğrendiğimiz inkar edilemez.
Bu insanları gittikten sonra Türk toplumunun genel eğitim ve beceri seviyesi de düşmüş oldu.
1917 yılında Sovyet Devrimi’nden kaçıp ülkemize sığınan Ruslar genellikle eğitimli, aristokrat insanlardı. onların sayesinde insanlarımız birçok yenilikle tanışmıştı. Örneğin taksi ve dolmuş taşımacılığı, lokantacılık, sokaklarda kadınların çiçek satması, boks sporu, ale okulu v.b hep bu insanlardan kalmıştır ama ne yazık ki bu insanlar ülkemizde uzun süre kalmayıp başka ülkelere gitti. (*)
Türkiye, doğusunda ve güneyinde bulunan sınır komşularından ekonomik ve sosyal olarak daha ileri seviyededir, bu ülkelerde meydana gelen çatışmalardan kaçan insanların ilk tercihleri doğal olarak Türkiye olmaktadır.
1979 yılında İran’da yaşanan İslam Devrimi ile bir milyona yakın zengin ve yüksek eğitimli İranlı ülkesinden kaçmış, ilk etapta Türkiye’ye sığınmıştı. Ancak kısa bir süre sonra buradan da ABD ve Avrupa’ya geçmişlerdi.
1980’li yılların sonunda Bulgaristan’da Türk asıllı insanlara uygulanan isim değiştirme zorunluluğu ve asimilasyon çabaları yüzünden oradaki soydaşlarımız ülkemize göç etmek zorunda kalmıştı.
Sayıları 300 bini bulan bu insanlar Bulgaristan’da aldıkları iyi eğitim ve beceri ile Türkiye’ye geldiklerinde birçok işte başarılı oldu.
1988-1993-2003 yıllarında önce Saddam Hüseyin’in Halepçe katliamından, daha sonra ABD-Irak savaşından kaçan Kürtler yüzünden güney sınırlarımızda yoğun bir göç dalgası yaşanmıştır. Türk yöneticileri komşu ülkelerdeki Kürt varlığını Türkiye’nin toprak bütünlüğüne yönelik potansiyel bir tehdit olarak değerlendirdikleri için Irak Kürtlerinin ülkeye kabulünde hassas davranmış, bir süre kamplarda tuttuktan sonra geri yollamıştır.
2011 “Arap Baharı”nın Suriye’ye getirdiği iç savaştan kaçan Sünni Araplara Akp hükümeti “din ve mezhep kardeşliği” söylemleri ile kucak açmış, bir anda dört milyona yakın eğitimsiz ve becerisi düşük mülteci ülkemize girip bu topraklarda yaşamaya başlamıştır.
Ülkelerin ekonomik kalkınmasında üretim ve finansal sermaye kadar beşerî sermaye de önemlidir.
Türkiye 1980’li yılların başında, ihracata dayalı kalkınma modeline geçti, öncelikle emek yoğun ve ucuz işçiliğe dayalı “tekstil hazır giyim ve konfeksiyon” sektörüyle ihracata yoğunlaştı.
O dönemler yüksek teknolojik ürünler üretecek ne finansal sermaye ne de beşeri sermaye olarak yeterli kaynağa sahiptik; zamanla bu açığın kapanacağını umuyorduk.
Aradan 40 yıl geçtiği halde hazır giyim sektörü hâlâ ihracatın lokomotif olarak anılıyor.
İhracatın gelişmesi ve ülkenin kalkınabilmesi için katma değerli ve yüksek teknoloji ürünlerinin satılmasının yani “yükte hafif, pahada ağır malları üretilmesi” gerektiğini son 22 yıldır yöneticilerden dinleyip duruyoruz
Yüksek teknolojik ürünler için iyi eğitilmiş ve gelişmiş becerileri olan elemanlara ihtiyaç vardır.
Oysa Türkiye son yıllarda elindeki iyi eğitimli ve becerili insanını yurt dışına kaçırıp, onların yerini; ucuz, eğitimsiz, becerisi olmayan ve kayıt dışı çalışabilecek mülteciler ile dolduruyor.
Toplumların kalitelerini bünyelerindeki yüksek eğitim ve becerili insanlar belirler, eğitimsiz ve düşük becerili insanların sayısı çoğaldıkça toplumun kalitesi düşer.
Türkiye ne yazık ki her geçen gün hızla kalitesini kaybediyor…