“Genç kadın uzun yürüdü. Gölün öte yanındaki eve girdi. Başındaki kırmızı yemeniyi çıkardı. Bir sandalyeye çıkıp yemeniyi tavandaki çengele geçirdi. Uçlarını birbirine düğümledi ve altındaki sandalyeyi usulca itti. Hiç kimse duymadı. Bir guguk kuşu öttü, sessizce öttü…”
Senarist, yönetmen Işıl Özgentürk’ün yazdığı bu satırlar yıllar önce okuduğum müzisyen, yazar Zülfü Livaneli’nin bir kitabını anımsattı bana… Amcasının tecavüzüne uğrayan, sonrasında aile meclisi tarafından ağabeyinin öldürmesine karar verilen o küçük, masum kız geldi aklıma. Evin ahırına kilitlenip kendini asması beklenmişti yanılmıyorsam ya annesi ya da yengesi tarafından. Ne kadın dayanışması ama… Günümüzde hâlâ başka versiyonlar lakin aynı acı sonuçlar masum yavrucak Narin’de olduğu gibi tekrar ediyor.
Geçen gün Bilgiseven Akademisi’nde Prof. Dr. Yaşar Bilge’nin “Suç neden önlenemiyor?” başlıklı sunumuna katıldım. Hatta uzay çağını yaşayan dünyamızda acaba suç önlenmek istenmiyor mu diye düşünüyordum. Bilimsel araştırmalar ışığında anlatılanlardan öğrendiğim sonuç, suç maalesef önlenemiyormuş. Lakin bilinçlenme ile azaltılabilir.
Bugün 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü…
8 Mart’ın tarihçesinin, 1857 yılında Amerika’da grev sırasında fabrikada çıkan yangında çoğu kadın 129 işçinin yanarak ölmesi ile başladığını sanıyordum. Okuduğum her yerde bu şekilde yazılıydı. Hâlbuki 1857 yılında New York şehrinde tekstil işçileri ağır çalışma koşullarının iyileştirilmesi, 10 saatlik iş günü ve kadınlar için eşit haklar talep ettikleri grev sırasında yürüyüş düzenlemiş. Oysa 25 Mart 1911 tarihinde Manhattan’da “endüstriyel felaket” olarak tanımlı büyük bir yangın kayıtlara geçmiş. 10 katlı Üçgen Gömlek fabrikasının üst katlarında çıkan yangında yaşları çocuk sayılabilecek 123 kadın ve 23 erkek, 146 tekstil işçisi kapılar kilitli olduğu için ya 9. kattan atlamak zorunda kalarak ya da dumandan boğularak hayatlarını kaybetmiş.
Hani bazen her şey üzerinize üzerinize gelir. Aslında fiziki açıdan görünür de hiçbir şeyiniz olmasa dahi nefes almakta zorlanır, boğuluyor gibi hisse kapılırsınız. Bu sıkışmışlık hissi zaman zaman kadın erkek herkesin hissettiği doğal bir şeydir.
Hani bir düğmeyi baştan yanlış deliğe ilikleyince diğerleri de yanlış iliklenen gömlek misali gibi bazen uçurum kenarına kadar gelir yaşamlar… O kadar çok yorgun hissedersiniz ki kendinizi… Yaşamın tüm gücüyle acımasızca vuruşu ağır gelir. Beyninizde kurulu bir saat gibi çaresizlik tüm gücünüzü emer, tüketir. Tüm yollar korkuyla döner dolaşır umutsuzlukla, yalnızlıkla birleşir. Bir el, bir omuz sizi tutup çekip çıkaracak her neyse onu ararsınız içinizdeki karanlıkta son çare… Tabii anlık o bekleyişin kahramanı gelmez… Öfke, kızgınlık, çaresizlik kör eder gözleri sıkışır kalırsınız cendere içerisinde…
Ya da…
Hani o gömülü kalmış olduğunuz karanlığa direnecek kahraman beklemek yerine ilerlemeyi, dip akıntılarından başlayarak yüzleşmeyi, kendinizi seçersiniz var gücünüzle…
Kadının sabrı bittiğinde “bir nokta” diyoruz ya, işte bu! Hayatın derinlerinde gerçekleşmiş sarsıcı katliamları artık görmezden gelmeme anı!
Aslında ilkel çağlarda kadın ve erkek birbirlerini tamamlayan elmanın yarısı gibiymiş. Bu eski kültürlerde kadının yüksek statüye sahip olduğu anaerkil yani matriarkal bir düzenin hüküm sürdüğü Ön Türkler, Sümerler ve Anadolu uygarlıklarından kalma eserlerde, yazıtlarda kanıtlı… Hatta ilk tapılanlar bile tanrıça heykelleri… Kutsal olan kadının gücü, onun hayat veren olmasıyla ilişkili. Sonra ilerleyen zamanda kadının kendi katkıları dâhil olmak üzere yerinde saydığını, ezilip, köleleştirildiğini dinler aracılığı ile elmayı Âdem’le birlikte yedikleri halde tek taraflı en ağır cezaya mahkûm oluşunu; düşünmesinin, konuşmasının, gülmesinin yasaklandığını, cadılığa layık görüldüğünü tarih sayfalarında görebiliyoruz. Ne acıdır ki; Orta Çağ’da üç yüz yıl boyunca süren cadı avı sırasında kilise beş milyon kadını yakmıştı!
Bazen soruyorlar ya, neden dünyaca ünlü kadın şair, yazar, ressam, bilim insanı, matematikçi, fizikçi, coğrafyacı, tarihçi sayısı az? Nasıl çok olsun ki?! Hor görülmüş, köle olarak alınıp satılmış, okumasına, öğrenmesine, öğretmesine izin verilmemiş. Hatta diri diri toprağa gömülmüş. Tüm bunlara rağmen yine de doğasında ki o özgür ruhunu kullanmayı seçen kadınlar kalıplaşmış, kemikleşmiş, iliklere işlemiş, doğal zannedilen zincirleri kırabilmişler. Kolay olmamış ama bizlere imkânsız olmadığını da göstermiş tüm ana, aşçı, emekçi, dünyamızı güzelleştiren kadınlarımız.
Evet, günümüze dönersek hâlâ bazı ülkelerde ve içinde yaşadığımız toplum dâhilinde kadınlara yapılan aşağılayıcı, can alıcı muamelelere bizzat şahit olmak yüreğimizi kanatıyor. Tabii kolay değil, asırlar boyunca ataerkil egemenliğinde kalıp yaklaşık 200 yıllık kadın mücadelesi ile aradaki korkunç uçurumun kapanması. Yakınmak, şikâyet etmek, acıyı tekrar tekrar ısıtıp masaya getirmek yerine özveri ile bilimde, sanatta, bizi yüceltecek her dalda canla başla çok çalışarak yeni güzellikler, yepyeni pencereler, kapılar aramalıyız birbirimizin dünyasında… Elinizden en iyi ne geliyorsa birlikte yaralara merhem olup, ileriye doğru yürüme zamanı… Hatta koşabilir, uçabilirsiniz gurur duyarız.
Ne 8 Mart Dünya Kadınlar Günü, ne 11 Ekim Dünya Kız Çocukları Günü, ne de 4 Ekim Hayvanları Koruma Günü ya da 25 Kasım Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Mücadele Günü… Bu tarz günlerin başka biçimlerde türememesi için kadın erkek iş birliği ile eşitlikçi toplum düzenini oluşturma adına yuvalarımızda çocuklarımızla çekirdek kadrodan başlayalım. Bizlere hep sessiz kalmalar, kol kırılır yen içeride kalır öğretildi. Tıpkı erkeklere de siz güçlüsünüz, erkekler ağlamaz diye kalıplaşmaların sunulması gibi… Hep beraber öğreniyoruz sadece insan olduğumuzu!
8 Mart günü caddelerde, meydanlarda olalım insanca!
Yaşamla düş arasındaki bizi ayakta tutan o umudu daima saklı tutun!
Sevgiyle…
Görsel: Banksy duvar resmi. it.pinterest.com
***
Medya Günlüğü sosyal medya hesapları: