İnsanların sınırsız ihtiyaçlarının sınırlı kaynaklarla karşılanabilmesinin yollarını araştırmak olarak tanımlanan ekonomi bilimi, Japonlar tarafından ‘keizai’ olarak adlandırılmakta ve “yaşamı kolaylaştırma bilimi” diye çok naif ve hoş bir biçimde tanımlanmaktadır.
“Japon mucizesi” de denilen ve ekonomi tarihine damgasını vuran Japon kalkınması, birçok ülkede olduğu gibi ülkemizde de sık sık anılmakta, imrenilmekte ve referans gösterilmektedir. Kalkınma sürecinin hızı, etkinliği ve zaman aralığının kısalığı ve sonuç olarak Japonya’nın büyük bir ekonomik güç olması ile neticelenen söz konusu bu kalkınma süreci “mucize” tabirini büyük ölçüde hak etmektedir bence de.
Türkiye’nin çağdaşlaşma uygulamalarına çoktan başladığı 1800’lü yılların ortalarında, Japonya henüz çağdaşlaşma ve kapitalist ekonomi adımlarını atmaya başlamamış kapalı bir Asya toplumudur. 19. yüzyılın son çeyreğinde ancak başladıkları ekonomik kalkınma sürecini Japon militarizminin de desteğiyle, büyük bir ulusal kararlılık ve motivasyonla ve süratle yürüten Japon toplumu, 20. yüzyılın başlarında büyük bir ekonomik ve dolayısıyla siyasi güç olarak dünya sahnesine çıkmıştı.
Ulusça çok büyük bir karar vererek yola çıkan Japon halkı, ekonominin temel denklemlerinden olan; “önce tüketim sonra üretim” modelini tersine çevirerek, “önce üretim” sloganıyla işe koyulmuş, mümkün olduğunca çok üretip dış dünyaya da çok ihraç ederek ve aynı zamanda dışarıdan mümkün olduğunca az ithalat yaparak, ülkeye para girişini sürekli arttırmışlar ve sonuç olarak büyük bir sermaye biriktirmiştir.
Japon halkının geleneksel tutumluluk özelliği ile hep yüksek miktarda gerçekleşen tasarruf oranları ve bu tasarrufların biriken sermaye ile birlikte yeniden üretim yatırımlarında kullanılması, ekonomik büyüme ve kalkınmada kartopu etkisi yapmış ve sonuç itibarıyla ülke birkaç on yıl gibi kısa bir sürede müthiş bir ekonomik sıçrama gerçekleştirmiştir. Öte yandan, bu kalkınma süreci Japon halkı için çalışan hakları bağlamında oldukça zor ve sıkıntılı geçmiştir esasında. Ücretlerin düşük tutulduğu, sendika ve grev gibi temel çalışan haklarının fiilen ortadan kaldırıldığı bütün bu süreçte, hızlı kalkınma tercihiyle birkaç kuşak adeta feda edilmiştir. Yani ülkenin kısa sürede ulaştığı muazzam gelişmişlik düzeyinin Japon toplumuna bedeli ağır olmuştur aslında.
Bütün bunların yanında Japonya’nın jeopolitik konumu itibarıyla, o dönemde çok etkili olan Batı emperyalizminin müdahale sahasının dışında ve uzağında bulunması, siyasi olarak bağımsız kalmasına, dolayısıyla ekonomik kalkınmasını kendi başına ve hızla yürütebilmesine imkan vermiştir.
İkinci Dünya Savaşı’nda yenilen, önemli şehirleri adeta yerle bir olan ve ekonomik altyapısını hemen hemen bütünüyle yitiren Japonya, bahsettiğimiz ekonomik mantığı, tecrübesi ve halkının çalışkanlığıyla, kısa zamanda tekrar ayağa kalkmış ve 1970’li yıllara gelindiğinde aynı şekilde dünyanın en önemli ekonomik güçlerinden biri olmuştur. Öyle ki Japonya şu anda yeryüzündeki en büyük birkaç ekonomiden biri olarak dünya gayri safi milli hasılasının % 18’ini tek başına üreten, özellikle otomotiv, elektronik ve finans alanlarında uzmanlaşmış ekonomik bir devdir.
Peki adına “Doğan Güneşin Ülkesi” denilen, güneşi bayrağında sembolize eden ve ekonomik olarak da adeta güneş gibi yükselen Japonya’nın ekonomi macerası bu ülkeye öykünen ve sık sık referans gösterilen bize ne söylemektedir?
Ülkemizin ve Japonya’nın sosyal, siyasal ve ekonomik tarihleri ve şartları farklı olduğundan, sağlıklı bir kıyaslama yapabilmek kuşkusuz çok güç bir meseledir ve yazımızın çerçevesini aşan bir durumdur.
Ancak yurttaşlık erdemi ve bilinciyle, kalkınma konusunda toplumsal oydaşma sağlayarak büyük bir karar verebilmek ve ekonomi biliminin genel kurallarını kabul ederek, üretimin ve dış satımın öncelendiği, modern, verimliliği yüksek ve sürdürülebilir bir şekilde büyüyen bir ekonomik model geliştirebilmek, ülkemiz için elzem olan ve aynı zaman da bütün toplumlar için geçerli olan yani insanlığın ortak aklının ürünü olan bir fikirdir kanımca.