1980 yılı sonlarında, bir sabah aniden Saddam Hüseyin’in emriyle Irak ordusu İran’a saldırdı. Bu, iki ülke arasında tam sekiz yıl sürecek ve bir milyondan fazla insanın hayatına mal olacak kanlı bir savaşın başlangıcıydı.
O dönem İran’da devrim sonrası büyük bir kargaşa vardı. Şah Rıza Pehlevi ülkeden kaçıp Amerika’ya sığınmış, ardından Tahran’daki Amerikan Büyükelçiliği İranlı gençler tarafından basılmıştı. 52 Amerikalı elçilik çalışanı yaklaşık 450 gün boyunca rehin tutuldu. Bu olayın ardından birçok Batılı ülke İran’a karşı ağır ekonomik yaptırımlar uygulamaya başladı.
İran’ın kuzeyinde Sovyetler Birliği, güneyinde Basra Körfezi bulunuyordu. Savaş Irak’la güney sınırında patlak verince, İran’ın batıya açılan neredeyse tek kapısı Türkiye kalmıştı. Nitekim o dönemde 1 milyondan fazla İranlı Türkiye’ye geldi; çoğu da buradan başka ülkelere geçti. Ticaret açısından bakıldığında, İran’ın Türkiye dışında neredeyse hiçbir seçeneği kalmamıştı.
Savaş, 20 Eylül 1980’de başladı. Türkiye’de ise 12 Eylül askeri darbesinin üzerinden henüz bir hafta geçmişti. Darbe öncesi Başbakanlık müşavirliği görevinde bulunan Turgut Özal, bu dönemde ekonomiden sorumlu başbakan yardımcılığına getirildi.
Türkiye, sınır komşusu olan bu iki ülke arasında dikkatli ve dengeli bir politika izleyerek hem İran hem de Irak’la ticaret ilişkilerini geliştirmeyi başardı. Belki de bu savaş, Türkiye’nin dışa açılması ve ihracatının artması için bir dönüm noktası oldu. Nitekim ihracatımız 1982’de 5,5 milyar dolara, 1986’da 7,5 milyar dolara ve 1988’de 11,5 milyar dolara ulaştı (Kaynak: TÜİK).
1981 yılı sonlarında, Turgut Özal başkanlığındaki iş insanlarından oluşan bir ticaret heyeti İran’a resmi ziyarette bulundu. O dönemde yöneticisi olduğum şirketin sahipleri de bu heyette yer aldı. Ziyaret sonrası Tahran’da bir ofis açmaya karar verildi ve ben de orada görev almak üzere İran’a gittim.
Tahran’daki yaşam, savaşın gölgesinde sürüyordu. Bir yanda devrim sonrası şekillenen yeni rejim, insanların yaşam tarzlarını hızla –ve zaman zaman zorla– değiştiriyordu. Diğer yanda ise savaşın getirdiği ekonomik zorluklar vardı. Amerikan doları, karaborsada İran tümeni karşısında 8-10 kat değer kazanmıştı. Gıda ve ilaç dışındaki tüm ürünler el altından, fahiş fiyatlarla satılıyordu.
Başlarda savaş Tahran’a uzak, güneydeki Abadan bölgesinde sürüyordu. Bu yüzden başkentte savaşın sıcaklığı çok hissedilmiyordu. Ancak zamanla Irak uçakları Tahran’a kadar gelip birkaç bomba bırakıp kaçmaya başladı. Alarm sesleriyle birlikte herkes sığınaklara koşuyordu.
Biz Türk çalışanlar, genellikle otellerde kalıyorduk. Alarm çaldığında yataktan fırlayıp aşağı iniyorduk. Ancak bir süre sonra, Irak uçaklarının şehirde fazla kalamamasına güvenerek, sığınak yerine otelin kapısında sohbet etmeye başlamıştık. Kaldığımız otel, Tahran’ın kuzeyinde, dağ yamacında yer aldığı için en güvenli bölgelerden biri sayılıyordu.
Bir akşam, daha erken bir saatte alarm çaldı. Henüz uyumamıştık; arkadaşlardan birinin odasında okey oynuyorduk. Tahta ve taşları bırakıp aşağı indik. Otelin tam karşısında bir lunapark vardı. Henüz çok geç olmadığı için parkta hâlâ insanlar eğleniyordu.
Alarmdan 5-10 dakika sonra, her zamanki gibi tüm şehirde elektrikler kesildi. O anda lunaparktan çığlıklar yükselmeye başladı. Dönme dolaplardan biri –“çarkıfelek” diye adlandırdıkları– elektrikler kesilince aniden durmuştu. Tepede kalan birkaç kişi korku içinde bağırıyordu. Neyse ki yarım saat içinde elektrikler geri geldi, mahsur kalanlar indirildi.
İki gün sonra aynı olay birebir tekrarlandı. Yine alarm, yine elektrik kesintisi, yine dönen dolapta mahsur kalan insanlar… İranlılar çok ilginçti – ama bu yaşananlar tam anlamıyla bir kara komediydi.