Savaş ve barış, insanlık tarihi boyunca süregelen, birbirine zıt ancak bir o kadar da içiçe iki olgudur.
İnsanoğlu dünyadaki varlığının tüm zamanlarını, türlü nedenlerle çıkardığı savaşlarla, sonra da başarı gibi gördüğü sözde yarattığı barışlarla doldurur.
Bir taraftan kardeşlik, huzur, barış, güven, özgürlük, sevgi duyguları için şiirler, kitaplar yazar, şarkılar söyler, hikayeler anlatır, filmler, danslar yaratır. Diğer tarafdan savaşların yıkıcı, yokedici bulutları, insanlık üzerinde dolaşmaya daima devam eder durur.
Savaş ve barış üzerine tarih, doğrusal bir ilerlemeden ziyade, karmaşık ve döngüsel bir süreçdedir. İnsanlık, eski tarihine göre, daha barışçıl ve iş birlikçi bir düzen kurma arayışında önemli adımlar atmış olsa da, savaşın temel nedenleri (kaynak kıtlığı, güç arzusu, ideolojik farklılıklar, dinsel bahaneler) tamamen ortadan kalkmamıştır.
Tarih, aynı zamanda çatışma çözümü mekanizmalarının geliştiğini, uluslararası hukukun güçlendiğini ve barışın sadece savaşın yokluğu değil, aynı zamanda sosyal adalet, ekonomik eşitlik ve insan haklarına saygı gibi unsurları içeren pozitif bir durum olduğu anlayışının yerleştiğini de göstermektedir.
Sosyolojik olarak savaş ve barış, toplumların yapısıyla, güç ilişkileriyle, ekonomik kaynakların dağılımıyla ve kültürel değerlerle doğrudan ilişkilidir.
Erken toplumlarda yani avcı-toplayıcı toplumlarda savaşlar genellikle sınırlı kaynaklar (av alanları, su kaynakları) üzerine yoğunlaşır, kabileler arası çatışmalar şeklinde seyrederdi. Yerleşik hayata geçişle birlikte tarımın ortaya çıkması, mülkiyet kavramını ve dolayısıyla toprağın, ürünün ve emek gücünün kontrolü için yapılan savaşları beraberinde getirdi.
İlk devletlerin kurulmasıyla birlikte savaş, merkezi otoritelerin gücünü pekiştirme, toprak genişletme ve kaynakları ele geçirme aracı haline geldi. Toplumsal tabakalaşma, ordu sistemlerinin oluşumu ve savaşın meşrulaştırılması için ideolojilerin geliştirilmesi bu dönemde belirginleşti.
Modern çağdaş, Sanayi Devrimi ile birlikte savaşlar daha yıkıcı ve geniş ölçekli bir hal aldı.
Ulus-devletlerin yükselişi, milliyetçilik ideolojileri ve sömürgecilik rekabeti Birinci ve İkinci Dünya savaşları gibi küresel çatışmalara yol açtı. Teknolojinin gelişmesi savaşların doğasını değiştirirken, propaganda ve kitle manipülasyonu da önemli bir rol oynamaya başladı.
“Soğuk Savaş” sonrası dönemde küreselleşmeyle birlikte savaş ve barış dinamikleri de farklılaştı. Devletler arası klasik savaşların yanı sıra, terör, siber savaş, vekalet savaşları, etnik ve dini çatışmalar gibi yeni biçimler ortaya çıktı. Ekonomik bağımlılık ve bazı uluslararası kuruluşlar barışı teşvik etmede önemli rol oynasa da, güç dengeleri ve çıkarlar çatışma riskini sürdürüyor.
Savaşın nedenleri, barışın koşulları, insan doğasının bu konudaki rolü ve adaletin yeri gibi temel soruları sorgulayan felsefede ise, Platon ve Aristo gibi antik çağ düşünürleri, ideal devlet yapısı içinde adaletin sağlanması ve yurttaşların erdemli kılınmasıyla savaşın önüne geçilebileceğine inanmışlardır. Ancak aynı zamanda savaşın kaçınılmaz bir gerçeklik olduğu ve bazı durumlarda meşru olabileceği fikri de tartışılmıştır.
Orta Çağ felsefesinde, Aziz Augustinus gibi düşünürler “adil savaş” teorisini geliştirerek, savaşın ancak belirli koşullar altında (nefsi müdafaa, zulmü durdurma) haklı olabileceğini savunmuşlardır. Aydınlanma felsefesinde, Kant, “Sürekli Barış Üzerine” adlı eserinde, uluslararası hukukun üstünlüğünü, cumhuriyetçi yönetimleri ve ulusların birliğini barışın teminatı olarak görmüştür.
Hobbes ve Locke gibi düşünürler ise, insan doğasının ve toplumsal sözleşmenin savaş ve barış üzerindeki etkilerini farklı şekillerde yorumlamışlardır. Hobbes, insanın doğası gereği bencil ve çatışmacı olduğunu savunurken, Locke rasyonel bireylerin barış içinde yaşayabileceğini ileri sürmüştür.
Modern ve çağdaş felsefede ise Marx savaşları sınıf çatışmalarının bir ürünü olarak görürken, Nietzsche gücü ve iradeyi ön plana çıkararak savaşın insan doğasının bir yansıması olduğunu ifade etmiştir.
Çağdaş felsefe, savaşın ahlaki boyutlarını, insan hakları ihlallerini ve şiddetin yapısal nedenlerini sorgulamaya devam ederken, psikoloji ise bireysel ve kolektif düzeyde savaş ve barışa yol açan veya onları sürdüren zihinsel süreçleri, duygusal durumları ve davranışsal eğilimleri inceler.
Bireysel düzeyde; Freud gibi psikologlar, insanın doğasında saldırgan, yıkıcı bir dürtü olan öldürme içgüdüsü olduğunu ve bunun savaşlara yol açabileceğini öne sürmüşlerdir. Toplumsal gruplar arası ön yargı, stereotipler ve ayrımcılık, “biz” ve “onlar” ayrımını derinleştirerek çatışma potansiyelini artırır. Diğer yönden, Milgram deneyleri gibi çalışmalar, bireylerin otoriteye itaat etme eğiliminin, ahlaki yargılarını askıya alarak yıkıcı eylemlerde bulunmalarına nasıl yol açabileceğini göstermiştir.
Savaş, hem savaşanlar hem de siviller üzerinde derin psikolojik travmalara yol açar. Post-travmatik stres bozukluğu (PTSD), depresyon ve anksiyete gibi durumlar savaşın birey üzerindeki yıkıcı etkilerini gösterir.
Kolektif düzeyde; güçlü grup kimliği ve dış gruplara karşı geliştirilen olumsuz tutumlar, toplumsal kutuplaşmayı ve çatışma riskini artırır.
Savaş zamanlarında propaganda, düşmanı şeytanlaştırmak, kendi grubu motive etmek ve savaşı meşrulaştırmak için psikolojik taktikler kullanır. Şiddetin yaygın olduğu toplumlarda, şiddet davranışları öğrenilebilir ve normalleştirilebilir, bu da çatışma döngüsünü sürdürebilir. Barış psikolojisi ile de, çatışma çözümü, arabuluculuk, empati geliştirme, karşılıklı anlayışı teşvik etme ve travma sonrası iyileşme süreçleri üzerine odaklanarak barışın psikolojik temelleri araştırılır.
Barış ve savaş, insan toplumunun ürünüdür.
Bilim ve teknolojinin muazzam bir hızla ilerlemesine, uzaya gidilmesine rağmen insan henüz kendisine gidememiş, kendisini keşfedememiştir. Kendisi ve üzerinde yaşadığı dünyası ile daima savaş içindedir. Herbir insan, kendisine daha çok odaklansa, analiz etse, hayallerini ve gerçekleri daha iyi anlama, sorunları çözme ve birlikte yaşama becerisindeki yeteneklerini daha iyi keşfedebilme imkanına ulaşabilse savaş ona daha çok anlamsız gelecek, barış içinde daha iyi bir dünya yaratmadaki rolünü daha iyi anlayabilecektir.
Böylelikle, ebedi bir dünya barışının oluşup korunmasında insan kendisine düşen görevleri daha iyi idrak edecek, sonraki nesillere anlatacak, savaşmanın derin sorumluluğunu taşıyacaktır. Savaşların sonunda hiç değişmeyen, tüm ölüler kahraman ilan edilir, öldürenler ise birer suçludur!..
Tüm ölenler toğrağın altında, toprakla karışıp beraber yatarlar. Belki de ruhları huzursuzca, öldürüldükleri yerlerde beraberce dolaşmaya devam eder. Kim bilir…
Savaşları çıkartan insanların, toplumların, devlet politikalarının hep söyledikleri de “barış için savaştır”. Halbuki, insan aklına aykırı, anlamsızdır. Onca masum insanı, canlıyı öldürerek sonunda da barış beklemek, insan zihninin yarattığı bir halüsinasyondur sadece…
Derin acıların üzerine, iyilik nasıl inşa edilir? Nesiller bunu nasıl unutur? İntikam duygusu nasıl yok edilir? İnsan doğasında hiçbiri mümkün değildir. Yaşamak için ölmek, haz için acı çekmek ne kadar anlamsızsa “barış için savaşmak” ifadesi de o kadar manasızdır.
İnsan daima içsel bir savaş içindedir. Çünkü büyük bir yanılsamanın kurbanıdır. Barışa ulaşmak için kişi içsel kaosunu aşmalıdır.
Şayet insan, içindeki sulhu sağlayamazsa, dışarıda savaşmaya çalışır. Savaşları başlatan insan kendi içindeki savaşa girer, savaşır, kazanır ve o savaşı bitirirse dışarıdaki savaşlar da bitecektir.
Diliyorum ki artık birileri de hep barışları başlatır…
Not: Görsel yapay zekâyla oluşturulmuştur.
***
Medya Günlüğü sosyal medya hesapları: