Hafızam beni yanıltmıyorsa 1980’li yılların başındayız. Ben lise öğrencisiyim.
Ortaokula Lefkoşa Kız Lisesi’nde başlamıştım ama bir dönem sonra okulum karma eğitime geçmiş ve adını da değiştirmişti: 20 Temmuz Lisesi. Kıbrıs Türklerinin hâlâ baskı altında, çatışma içinde ve göçmenlikle geçen ve sonunda bir savaşla neticelenen tarihsel yükünü üzerlerinden henüz atamadıkları yıllardı. En azından büyük çoğunluğun durumu buydu. Türkler kabuk değiştirmek ve uzun zamandır uzağında kaldıkları koca dünyanın yeni ruhuna, modernliğe süratle hayatlarında yer açmak derdine düşmüşlerdi.
Sadece 5-10 yıl önce rençber, hayvancı, bahçeci, kunduracı, ebe, iğneci, terzi olanlar hızla Sanayi Bölgesi’ne ve kazalarda açılan fabrikalara işçi olmuşlardı. Ve okumuş olanlar da yeni kurulan devletin dairelerine memur, kurumlara, Sanayi Holding’e, Peyak’a, ETİ teşebbüslerine, kooperatife, Belça’ya müdür olmuşlardı. İşte biz Lefkoşa’ya okuma geldiğimizde okullardaki öğrencilerin ilk belledikleri şey kendi yerleriydi. Memur/varlıklı ailelerin çocukları ve köylüler olarak hepimiz bu dünyadaki yerimizi anlıyorduk ilk iş.
Değişim dönemleri zordur, hem de o zorluk aşılamadığında geleceğe de damgasını vuran olumsuz etkilerle sürekli bir sorun haline gelir. Ve biz bu değişimi layıkıyla gerçekleştiremedik. Hazırlıksızdık, yorgunduk, uzun süren ve savaşla sonuçlanan bir sürece hapsolmuştuk. Ve biz çok küçük ve dünya çook büyük ve çoktu. Hatta Türkiye çook büyük ve çoktu.
Neyse… biz gelelim şimdiye. Ama işte dert de tam burada. Bir kere geç kaldınız mı şimdiye de bir türlü gelemezsiniz. Geleceğe hep uzanan, kollarını ona dolayan bir sorundur dediğim bu. Dünya, teknoloji, çağ geride kalanlara bu hakkı vermiyor.
Demem o ki… ben lisede okurken -40,45 kişilik sınırlarda okuyorduk- aramızda taş çatlasa bir iki varsıl arkadaşımız bulunurdu. Bunlardan bir tanesi de benim sınıfımdaydı. Şimdi aramızda değil, çok erken göçtü bu dünyadan, nur içinde olsun. İşte bu arkadaşım varlıklı bir aileden geliyordu ve yaşça da bizden biraz büyüktü. Onun ayakkabıları hep kaliteliydi, hep temizdi. Onun gömleklerinin yakası hiç eprimezdi ve hep bembeyazdı. Bizim bir ya da iki gömleğimiz olurdu onlar da yıkanmaktan grileşirdi ve yakalarımız genellikle kat yerinden eprimiş olurdu. Ayakkabılarımız Arasta’dan alınırdı. Boyar boyar giyerdik. Ben spor ayakkabıyı ilk onda gördüm. Belki görmüştüm de onun spor ayakkabı olduğunu bilmiyordum. Her zaman ayakkabısıyla uyumlu tertemiz, yepisyeni, bembeyaz çoraplar giyerdi. Bizden farklıydı anlayacağınız ve oldukça da alaycıydı. Annem bana kadifeden omzuma asacağım, içine kitap ve defterlerimi koyduğum bir çanta dikmişti. Dıştan cebi de vardı. O cebe de renkli bir çiçek figürü dikmişti. Kadife çantamı seviyordum. Sapları yumuşacıktı ve omzumu acıtmıyordu. Kalem cüzdanımı da annem dikmişti. Onun ve hep birlikte takıldıkları iki arkadaşının da arkalarına asılan, hazır, mağazadan alınmış, fermuarlı, bol cepli şık çantaları vardı. Pahalı olduğu belliydi. Nerede satıldığından bile haberim yoktu. Gene kalem cüzdanları da özeldi.
Allah rahmet eylesin, bu arkadaşım benim çantamla ve ayakkabılarımla epey eğlenmişti. Anlamıyordum. İçerliyordum ve daha kötüsü kendimi onlardan aşağıda görmeye başlamıştım. Onlar zengindi. Ben değildim. Onlar değerliydi. Ben değildim. Onlar neşeli, keyifli ve bol harçlıklıydı. Ben hüzünlü, bazen kederli ve harçlıksızdım. Onlar teneffüste kantinden çörekli sandviç ve kola alıp yerlerdi. O çörekli sandviçin kokusu hâlâ burnumda. Ben alamaz ve yiyemezdim. Annem evden bir şey koy dese istemezdim çünkü alay edeceklerini bilirdim ve utanırdım.
Bir gün bu arkadaş okula kendi arabasıyla geldi. Hepimiz haberi aldık ve ön bahçeye koştuk. Arabasını güzelce park etmişti. Anlaşılan kankalarını da almıştı yanına. Arabadan indiler ve bize doğru yürüdüler. Galiba bütün sınıf oradaydı. Ben gerilerde bir yerdeydim. Ondan pek de hazzetmeyenler dahil herkes onu karşıladı, arabasına iltifat etti, ehliyet aldığı ve araba sahibi olduğu için handiyse kahramanlaşmıştı diğerlerinin gözünde. İlk video cihazını da onlar almıştı. Her pazartesi hafta sonu izlediği Ferdi Tayfur filmlerini vs. anlatırdı. Bazen de ağlamaktan gözlerini çıkardığından yakınırdı.
Kısa bir süre sonra onun arabayla okula gelişiyle ilgili okul idaresinin rahatsız olduğunu duyduk. Onu çağırmışlar ve bunun hoş bir şey olmadığını, arabasıyla gelip öğretmenlerin arabalarının yanına arabasını park etmesinin okullu bir kıza yakışmadığını söylemişler.
O gün bu şekilde dillendirilmese de bugün olsa “bu etik değil” diyecekleri bir durumdu. Öğrenci ile öğretmen/idare arasındaki mesafenin kapanması olarak algılanıyordu sanırım. Ve bu bir otorite sorunu olarak da yansıyordu bilinçlere.
Kız Lisesi olarak uzun bir geçmişe ve geleneğe sahip okul idaresi, erkek öğrenciler ve kız öğrenciler arasındaki ilişkiyi de çok da kolay yerli yerine oturtamamıştı. E daha bu yeni durum hazmedilmeden bir de öğrencinin okula araba ile gelmesi sorunu baş göstermişti.
Nerdeeeen nereye değil mi? Gündeminize getirmeye çalıştığım şey şu: Lise talebesi arkadaş 18 yaşını doldurmuştu ve ehliyetini almıştı. Bu şu anlama geliyor: Yasal olarak araba kullanma ve arabasıyla istediği yere gitme yetkisi, serbestisi var. Ama hakkı var mı? O dönemin idarecisi öğretmenlere göre yasal da olsa hakkı yoktu çünkü “olacak şey değildi”, “kabul edilemezdi”, “öğrenciler hocaların arabasının yanına kendi arabalarını mı park edeceklerdi’’, “O zaman hoca-öğrenci farkı nerede kalmıştı”, “bu saygı sınırlarını aşardı”, “bu edebe adaba uymazdı…” Dolayısıyla kurulu düzene aykırıydı ve ehliyeti olsa da böyle bir hakkı olamazdı. Bakın, unutmayın 80, 81 yıllarındayız.
Bizim arkadaş bu itirazlardan, kendisine yapılan uyarılardan çok da etkilenmiş görünmüyordu. Onun kafası netti. Ehliyeti ve arabası vardı. Dolayısıyla haklıydı. Dolayısıyla serbestti. Arabasına biner özgürce istediği yere giderdi ve okul da bunların arasında bir yerdi işte. İstediği yere de park ederdi. Sonuçta o bazen göstere göstere hocaların arabalarının yanına park ederek, bazen de okulun dışında bırakarak arabasıyla gelip gitmeye devam etti. Değişim rüzgarları esmeye devam ediyordu ve eğilmeyen ağaçlar kırılmaya, katı olan her şey buharlaşmaya mahkûmdu.
Yasal boyut, özgürlük boyutu, hak boyutu. Az çok konuştuk. Peki ya sorumluluk? Ehliyet almak araba kullanma serbestisini veriyor bize. Ama iş orada bitmiyor ki. Ehliyeti alan kişinin yasalara uymak babında, en azından bu noktada, asgari bir sorumluluk duygusuna da sahip olması gerekmiyor mu? Özgürlük denen şey sorumluluksuz olabilemez, oluyorsa o özgürlük değil başı bozukluktur. Günümüze geldik. Tam buradayız işte. 18’ini dolduran ehliyeti alıyor. 18’ini dolduran seçme ve seçilme serbestisine sahip oluyor. Ama aynı zamanda bunları hak da ediyor mu acaba? Hak edebilmesi için yasadan ötesinin olması gerekiyor.
Yasal çerçeve içine alınamayacak, teraziyle ölçülüp tartılamayacak bir şey daha var. O da sorumluluk duygusudur. Yeterli olgunluktur. Var mı bu günün gençlerinde bu hasletler. 18 yaş otomatik olarak dolar. Biyoloji tıkır tıkır işler, takvim yaprakları döner. Ama psikolojik gelişmişlik, ruhsal kapasite, yasal ehliyeti taşımaya uygun zihin yapısı, başkalarına saygı, kurallara uyum, olgunluk… Bunlar otomatik olarak kazanılan şeyler değil ki. Ya toplumsallık duygusu? Başkalarının hakkına hukukuna kendininki kadar özen gösterme bilinci.
18 yaşına gelen evlenebiliyor da. Çocuk sahibi de olabiliyor. Yasal hakkı var. Trafikte kendini kontrol edemeyen, arzularını gemleyemeyen, sürat tahditlerine, kırmızı ışığa, alkollü araba kullanmamaya razı olmayan bu olmamış, çiğ akıllar evlilik yürütebilirler mi? 18, 20, 25 olsun. Fark etmez. 20’li yaşlarında milletvekili olanın yasa nedir, hak nedir, özgürlük nedir, toplumsallık nedir, yasa nerede biter, sorumluluk ne ara devreye girer? Bu sorularla ilgili tek bir satırcık okumaları, bir dakikacık düşünmüşlükleri var mı acaba? Diyeceksiniz ki büyüklerde çok mu var? Bu haklı ve yerinde bir soru olurdu. Eyvallah. Ama işte onlar da gençtiler ve onlar da çiğ kaldılar. Bizi ham kılan ne? Bütün sorunlarımızın kronikleşmesinin ardında yatan nedenlerden birisi de bu sorunun cevabında gizlidir. Neden paraca, mevkice zenginleştikçe akılca, ahlakça, sorumluluk duygusunca fakirleşiyoruz? Neden eğitim süresi arttıkça, olgunluk ve toplumsallık düzeyi de artmıyor?
Bu soruların bazılarının cevabı açık bazılarının değil. Eğitim aslında öğretimdir o ile mesleki donanım edinilir, temel tarih, coğrafya bilgisi edinilir. Eğitim ortamından belli bir düzeyde -bireyin kendi kişiliği, alışkanlıkları vb. ne bağlı olarak hayata dair bir tecrübe elde edilir. Ve evet sorumluluk duygusu pekişir eğitimle. Adab, edep, oturup kalkmasını bilmek, ahlaki temeller, temel değerler, sorumluluk duygusu, toplumsallık esasen ailedeki ilk eğitimde temelleri atılan şeylerdir. Sonraki öğretim süreçlerinde, işte orta okul, lisede bu temel üzerine yeni şeyler inşa edilir. Üniversite bunların yapılabileceği yerler değildir, özellikle bu günün dünyasında. Çok eski meseledir ama tam da konumuza uygundur, daha önce de anlatmışımdır ama olsun, tekrarın zararı yok:
Vaktı zamanında bir baba oğul varmış. Oğul umursuz, sorumsuz, gamsız biriymiş. Babası onu çeşitli ustaların yanına çırak vermiş, her seferinde ya ustalar illallah etmiş ya da bu gitmem diye tuturmuş. Baba nihayet illallah etmiş. Demiş ki anladım oğul, senden adam olmaz. Ne halin varsa gör demiş. Gel zaman git zaman oğlan evi terk etmiş, babasını da ne aramış ne sormuş. Ama babasının “sen adam olmazsın’’ sözüne de içerlemişmiş. Okumuş vali olmuş. Kendiyle pek bir gururlanıyormuş. Bir gün adamlarını yanına çağırmış ve emretmiş “Filanca köyde yaşlı bir adam var, adı şanı böyle böyle, onu bulun ve tez huzuruma getirin” demiş. Adamlar koşmuşlar, ihtiyarı bulup bre aman zaman dinlemeden yola düşmüşler ve ağar topar valinin huzuruna çıkarmışlar. Biçare yaşlı adam epey endişe içindeymiş. Oğlan olduğu yerde yekinmiş, kaftanını savurmuş. “Yaa baba demiş, gördün mü, sen bana adam olmazsın demiştin ama bak ben vali oldum” demiş. Baba koltuğunda yayılmış, babasına kibirle bakan oğlunu acı acı süzmüş. İçini çekmiş “Oğlum” demiş, “ben sana vali olamazsın demedim ki, adam olamazsın dedim. Bak hâlâ olmamışsın, eğer olsaydın yaşlı babanı ayağına çağırmaz, ona kendin giderdin” demiş.
Ol hikâye budur işte. Yasa hayırsız evlada da, kopya çekerek ya da parayla ödevlerini başkasına yaptırana da vali, vekil, cumhurbaşkanı olma imkanı verir. Ama oturduğu makamı hak etmek, onu doldurmak, yetkileri kadar sorumluluklarının da bilincinde olmak başka bir şeydir. Derdimiz budur.
İnsanı nasıl ölçelim eyy dinleyici. Hangi endazeyle tartalım. Diploma bir şey tartmıyor. Yasaya hak edişi nasıl koyalım? Yasa yasaklar. Neyi? Başkasının canına, malına kastetmeyi. Neyi? İnsanları dolandırmayı, evrakta sahtecilik yapmayı, kırmızı ışıkta geçmemeyi, hız limitini aşmayı, tacizde tecavüzde bulunmayı… ama yasa vefasız olmayı, ahlaksız olmayı, aç gözlü olmayı, kolaycılığı, çaba yerine cebine güvenmeyi, hak yemeyi, kibri, uzvuyla değilse de gözleriyle tecavüz etmeyi, komşunu açken tok yatmayı yasaklamaz, yasaklayamaz. Çünkü bunları ölçecek endaze, tartacak tartı yok. O yüzdendir kadim bilgeler, filozoflar iyi insan nasıl olunur, iyi toplum nasıl kurulur, nasıl iyi yaşanır, erdem nedir, ahlak nedir, bilgi nedir, bilgelik nedir diye binyıllardır soragelmişlerdir, bin yıllardır bunlara kafa yormuşlardır.
Atina devletinde yasa yok muydu? Hem de alası vardı. Ama işte var olan düzen filozoflara hiç de mükemmel görünmüyordu. Var olan insan hiç de ideal görünmüyordu. Demokrasi vardı. Ama o da işte Sokrates’e baldıran zehrini içirmişti. Zira kendi deyişiyle o bir at sineğiydi. İnsanlara, özellikle gençlere sorularıyla musallat oluyor, onların kafasını karıştırıyor, cevabını bilmedikleri hatta akıllarından geçirmedikleri soruları yönelterek onları şaşırtıyordu.
Bu soruların cevapları bulundu mu? Bulunmadı ve bulunamaz ve hiçbir zaman bulunamayacak. Ama bunun bir önemi yok. Önemli olan artık bunları soran yok. Artık insandan iyi olması, dürüst olması, kadirşinas, vefalı, edepli olması istenmiyor ki. Aranan nitelikler arasında bunlar yok. Asıl sorun işte burada. Değersiz yaşıyoruz. Gençler “becer da bal ye”, “bal tutan parmak yalar”, “aklını kullan” diyen seslerle büyüyorlar. Doğuştan her şeye hakkın var, devlet seni korumalı, devlet seni okutmalı, devlet sana iyi maaşlı iyi işler vermeli, devlet kapının önünü süpürmeli, estetik ameliyatlarını ödemeli, cinsiyet değiştirmene saygı duymalı… Sen ne istersen o olabilirsin. Hayat senin, zevk senin, keyif senin… sesleriyle çevrilmişler. Doğar doğmaz bir konforla, onlar büyüdükçe artan bir konforla çepeçevre sarılmış vaziyetteler. Aman yanlış anlaşılmasın. Kıt kanaat geçinenler değildir bu sözlerin muhatabı. İşçi, işsiz, yoksul çocukları değildir. Onların derdinin bunlar olması mümkün değil zaten. Bunlar liseye kendi arabalarıyla gelenlerin, bunlar hep marka giyenlerin, bunlar bu yaz tatile nereye gitsek, canımız sıkıldı hangi adrenalin fışkırtıcı eylemde bulunsak diye düşünenlerin, konforlu yetişen çocukların muhatap alındığı sorulardır. Öyledir de duyacak kulak var mıdır? Yoktur. Kim kapatmıştır o kulakları. Cevap açıktır: Ana babaları.
Muazzez İlmiye Çığ’ı bilir misiniz? 100 yaşında, aklı pırıl pırıl, dünya güzeli bir insan. Kendisi Sümerolog. Profesör. Bir gün tatlı tatlı anlatıyordu. 4000 yıllık Sümer tabletlerinde “ne olacak bu gençlerin hali” yakınmasını okuduktan sonra gençlere kızmaktan vazgeçtim dedi. Vazgeçin gençlere kızmaktan. Onlar ham kalıyorsa, onca eğitim yıllarına rağmen çiğ kalıyorsa, saygısız, bencil, fırsatçı iseler, çok az emekle en iyiye, en çoğa, en güzele ulaşmak istiyorlarsa, size saygıları yoksa, tembel iseler… suç bizdedir. Yetiştirenlerde. Peki yanlış yola ne zaman mı saptık? Yetmişlerin sonunda, seksenlerin başında. Bizim, kendimize özgü, öznel, sınıf yaratıcı “endüstri devrimimiz” oralarda yaşandı. Evi, köyü, merayı, tarlayı, bahçeyi o zaman terk ettik. Kunduracılığı, dokumacılığı o zaman bıraktık. Annem evdeki tezgâhı söktü, dikiş makinesi artık sadece bizim söküklerimiz, tamirlerimiz için kullanılır oldu çünkü o da sanayiye işçi olmuştu. Keçilerimizi sattık. Babam da, abim de, ablam da işçi oldular. Hellim ve sütümüz boldu. Pastörize girdi hayatımıza. Satın alma girdi. Benden büyük iki kızkardeşimin de, gelinimizin de gelinliklerini annem dikmişti. Benimki hazırdı. Bizden büyük bütün kızlar dikiş dikmeyi, nakışı, örgüyü, yemek pişirmeyi, börek yapmayı, yoğurt çalmayı bilirdi. Ben ancak söküğümü dikmeyi, biraz nakış ve biraz da yün örmeyi öğrenebildim. Bizim nesil ancak bu kadarını bilebildi. Bizden sonrakiler tamiri, sökük dikme kavramını dahi bilmezler. Satın alırlar, giyerler ve usanınca atarlar. Yırtılırsa atarlar, Yenisini almak, almanın kendisi keyif verici bir eyleme dönüşmüş vaziyette.
Televizyonlar ve nihayet internet okulun, öğretimin de büyüsünü bozdu. Ne babalar ne de öğretmenler çocuğun kahramanı değil artık. Olabilemez. Ellerindeki küçücük ekranda ne Spaydermenler ne Hulklar ne Neolar, Rambolar var ki kimse onlarla yarışamaz. Onların hareketli, güçle dolu hayatları yanında öğretmen onlara ne verebilir ki durgun ve sıkıcı derslerden başka.
Değer verdiğim, çağdaşım bir sosyolog söyle demişti bir konuşmasında: “Altın çağını çocuklukta yaşayanlar güçlü bir kişilik geliştiremezler.” Biz altın çağını çocuklukta yaşamayan son nesildik. Bizden sonraki nesiller kendilerine bu uğursuz altın çağı yaşatacak ortama doğuyorlar. Her şeyleri var. Bir dedikleri iki olmuyor. Otobüse binen yok. Otobüsü kaçırmamak için okul çıkışı hana bir koşu tutturan bizler gibi değiller. Okullarına arabacıklarıyla gidip geliyorlar. Hem de lüks arabacıklarıyla. Okul kantinleri ve kampüslerde kuş sütü eksik. Eli dar olan ama illa çocuğum geri kalmasın, iyi okullarda okusun, ya da öğlen alıp ne yapacağım akşama kadar olan okullarda okusun diye çocuklarını bu tezgaha sürenlerin hali daha da yaman. Bunların balosu, partisi bitmez. Dansı bitmez. Tuzukuruların çocuklarının modası, trendi, afra tafrası bitmez. Ve bu tezgâhtan akil, ahlaklı, erdemli, adil gençler çıkmaz. Hatta bilgili, donanmış, eğitiminin hakkını vermiş, sindirmiş, amaçlı gençler de çıkmaz. Ne çıkar? Trafiğe bakın, sokaklara bakın, dairelere bakın, eğlence mekanlarına bakın, alkol uyuşturucu tüketimine bakın. Göreceksiniz.
Dolayısıyla toplum da yok. Halk yani vatandaşlık bilinci hiç yok. Zira vatandaşlık bilinci hak ile sorumluluğun birlikte var olmasını gerektirir. Hakları kadar hatta daha çok sorumlulukları vardı vatandaşların. Biz elimize hakları alıp yürüyoruz, bağırıp çağırıyor, istiyor, vermeyenlere lanetler yağdırıyor, en iyi ihtimalle mağdurları oynuyoruz. Peki sen üstüne düşenleri yaptın mı? Sorumluluklarını yerine getirdin mi? Yoooo o da ne? Sorumluluk bu nesillerin gözünde olsa olsa lay lay lom bir okumak, bir iki çift dikişle de olsa geçer not alıp mezun olmak. Aldık mı diplomayı aldık. Eeee iş isterim, ev isterim, tatil isterim, insanca yaşamak isterim, villa isterim, yollarda sürat yapayım isterim,… haa iş isterken de masa başı, terletmeyen, izni bol, kimsenin bana gözünün üstünde kaşın var diyemeyeceği, otomatik olarak maaşımın hep ama hep bir kuruşluk iş yapmasam da hatta işe gitmesem de maaşımın tastamam ödeneceği bir iş isterimmm. İsterim de isterimmm. Buradayız.
Peki sistem? Sistemin sürücüleri? E onlar da biz işte. Onlar da bunlar. Sitemin direksiyonundakiler gökten zembille inmediler ki. Şimdikilerin geçtiği tezgahtan geçti onlar da. Ya birlik beraberlik, dayanışma, mücadele, ütopya? Bunların tümü Denizgillerle o güzel atlara binip gittiler. Fıkra anlatsın.
Kadının biri nicedir tımarhanede yatan bir yakınını görmek için ilk defa hastaneye gitmiş. Akıl hastahanesinin geniş bir bahçesi varmış. Etrafına bakınarak binaya doğru yürüyormuş. Birçok hasta görmüş. Kimi gülüyor, kimi koşuyor, kimi bağırıyor, kimi karşısındaki hayali kişiyle kavga ediyor, kimileri dizlerini karınlarına çekmişler bir köşede oturuyorlarmış. İçeri girdiğinde de çok hasta görmüş etrafta. Ama çok az görevli, çok az doktor varmış. Kendi yakınını bulmak için bir doktorun yanına gitmiş ama merakından dayanamamış ve önce şunu sormuş:’’Doktor bunca akıl hastasına karşı siz çok azsınız. Kaçmalarından ya da size zarar vermelerinden korkmuyor musunuz?’’ Yok demiş doktor. Çünkü deliler birlikte hareket edemezler.
Eski Atina demokrasisinde köleler, deliler, çocuklar, kadınlar ve yabancılar oy veremezdi. Çünkü onlar tam olarak insan sayılmazlardı. Eksikli idiler. Günümüzde insan tam mı? Hepimiz eksikliyiz. Neden böyle söylüyorum? Çünkü insan nedir sorusuna verdiğim yanıt insanın çok çok az olduğunu gösteriyor.
Nedir insan? Vicdanı olandır. Merhametli olandır. Azla yetinmesini bilen ve sahip olduğu azı hiç sahip olmayanla paylaşandır. İnsan kendini, insanlığı, tarihi, coğrafyayı, bilimi, bitkileri, hayvanları, dağları, okyanusları, yıldızları, başka memleketleri, başka kültürleri, kendi yazarını, şairini, romancısını ve onların yazdıklarını, dünya şairlerini, edebiyatçılarını, bilim tarihini, siyasi tarihi, tıp tarihini bunların en azından bir taneciğini merak edip, peşine düşendir. İnsan amacı olandır. Hayatında anlam yaratandır. O anlamla değer bulan ve anlama değer katandır.
Varın siz söyleyin. Kendi söküğünü diken, eksiğini bilen, neliğinin niteliğinin farkında olan ve tamamlama çabasından keyif alan insan var mı?