Bu sabah da kahvemi hazırlayıp yüreğimi kanatlandıran mavi göğün ve Kaz Dağları’nın karşısında usulca koltuğuma yerleştim.
Rüzgâr bir yandan tüm coşkusuyla zeytin ağaçlarını dansa davet etmiş, öte yandan Ege’nin kıyılarıyla köşe kapmaca telaşı içerisinde… Bahçeyi izliyorum. Adını bilmediğim kuşların neşeli cıvıltılarına, birkaç martı minik çığlıklarıyla göğün özgürlüğünde süzülmenin heyecanıyla eşlik ediyor. Bir ev kedisi iki kulağı ve patileri beyaz, vücudu tarçın rengi. Bahçe duvarı üzerinde yürürken tedirginliği her halinden belli… Bir gökyüzüne bakıyor bir etrafa arada, bir de arkasına… Minicik bir mandalina ağacının altına sığınıyor. O çevresini izlerken; bizim Şans Efendi ile ailemizin yeni can parçası Mişa ise onu göz takibine almışlar bile.
Peki, Kaz Dağları demişken dünyada Alp Dağları’ndan sonra ikinci sırada oksijen deposu konumunda bulunan bu hayati dağ, hatta son zamanlarda altın ve bakır madeni çıkarmak için güzelim ağaçların kesilmesine protestoların yapıldığı, korunmaya çalışıldığı nefes yerine neden Kaz Dağı denmiş acaba? Eski adı İda dağıymış. İzmirli Homeros’un İlyada Destanı’nda “Bin Pınarlı İda” diye geçmesi yörenin kaynak suları yani pınarlar bakımından çok zengin olmasıyla alakalı. Yunan mitolojisinde ise Truva Savaşı sırasında bütün tanrılar, savaşı izlemek için İda’nın tepesinde toplanmış.
Şamanizm’de kaz ayağı kutsal. Çünkü yaban kazları kuşlar içerisinde gökyüzünde en yüksekte, dokuz bin metrede oksijensiz bile uçabilen tek canlı. Bu durum nedeni ile Tanrı’ya yakın olduğuna ve yeryüzüne bastığı yerlerin de kutsanmış olduğuna inanılmış. Hatta “Her kazın (kuşun) eti yenmez” deyimi çok eski kültürlerden günümüze ulaşmış. İşin aslı kıtalararası yüksekte uçabildiği için vücudunda azot miktarı arttığından etinin yenmesi zararlıdır.
Hey koca dünya! Küçükken ne kadar büyük ve gizemlerle doluydun benim için. (Aslında hâlâ gizemlisin lakin sanki küçüldün birazcık derken gülümsüyorum.) Okuduğum ansiklopediler, mahallemizdeki kütüphane, araştırma kitapları ve elimin altında sürekli baktığım yakın arkadaşım “Dünya ve Türkiye Atlası” ile ulaşabiliyordum sana… Jules Verne hikâyelerinin etkisi olsa gerek, en çok volkanlarını ve okyanuslarını merak ederdim. İzlediğim bir dizi vardı. Hatırlıyorum da yerli halkın doğaya, içlerinden bazı insanların hayatlarını sunarak kendi topluluklarına zarar gelmesini engelleme çabalarına o yaşlarda anlam veremezdim.
İnsanlık tarihinin en parlak çağları toprak altında şimdi; hırpalanmış, yıkık dökük, yorgun, soluksuz ve suskun bin yıllardır… Günümüzde ise Göbeklitepe, Karahantepe gibi antik kentlerden ya da geçenlerde dolaştığım Antandros’ta bir Roma villasında, ışıltısını yitirmiş mozaikler aracılığı ile ikinci el zamanından ama gururla gün yüzüne ulaşarak yeniden “Merhaba” diyor.
Bazen yaşamak zorunda kaldığım içinde bulunduğum zamanları kabullenemeyen tek benmişim gibi hissediyorum.
Hani bir şiiri vardı Can Yücel’in…
“Bazen seni seviyorum diyemez insan, onun yerine;
Dikkat et kendine, der
Fazla yorma kendini, der
Gidince beni ara, der
Der, der durur.”
İşte! Birkaç gün önce “Dikkat et kendine” cümlesini duyunca çağrışım yaptı. Genellikle telefonu kapatmadan önce karşı tarafa söylenen o cümle… Sevdiğini söylemenin bir yolu mu yoksa bir şey olmasından, kaybetmekten korkmak mı? Ama aslında yine sevgiye çıkıyor her ikisi de… İnsan sevmediği birini kaybetmekten niye korksun ki? Peki, dikkat et kendine derken neden insan kendini saymayıp karşı tarafa bir şey olacağı korkusunu döker sözcüklere… Oysa kendisi de ölümlü bu dünyada… Sanki gitmeler, hastalıklar, belalar kendine uzakmış gibi dışarıda bırakarak, bir nevi yok sayma davranışı içinde…
Daha çok yeni, ölümün soğuk nefesi dünyanın ensesinde Koronavirüs adı ile gezinirken hatırlamıştık ölümsüz olmadığımızı… Kimimiz sevdikleri hastalandığında ya da yakınlarını kaybettiğinde hayatların ne kadar değerli olduğunun farkına vardı. Sanki evlerden çıkmazsak ölümden saklanacağımızı sandık. Bir virüse karşı bile ne kadar aciz olduğumuz gerçeğiyle yüzleştik. İdrak edemeyenler de oldu tabii ya da ölüm gerçeğini bastırıp umut ya da inançla kendilerine sanal dünya yaratanlar ise o karantina günlerinde mesela belki de hiç giyemeyecekleri ayakkabı, giysi vs. sipariş ederek tüketim çılgınlığıyla kaçış yolları aradı.
Bir de sorular uçuştu zaman yolculuğumuzda…
Bugüne kadar yaşadığımız hayat kendimiz için miydi yoksa başkalarının tasarladığı sahnelere konuk mu olmuştuk? Küreselleşmenin sarmalında kendimizi feda ederek yapay bir ölümsüzlüğe bağımlı köleler haline mi geldik?
Ve sizce aslında gerçekte önceliklerimiz ne olmalıydı?..
Fotoğraf: birdakikadageziyorum.com