Eğitimde geriydik, daha da geriledik. Bilimsel, kamusal, ücretsiz eğitimden uzaklaştık.
Verilen eğitim, ideolojik bindirmelerle dolu. Bu, hep böyleydi zaten; fakat bu kadar açık ve aşırı yapılmıyordu.
Türkiye, 198 ülke ve bölge arasında, eğitim harcamalarında 89. sırada. Toplam ulusal gelirin yalnızca % 4.4’ü eğitime ayrılıyor. En tepede ada ülkeleri var, bu da onların yapısal koşullarından kaynaklanıyor. 2. sırada ise, % 12.9 ile Küba’yı görüyoruz. Küba’da tıpta ilerleme, bu veriyle desteklenmiş oluyor.
İlk 10’da ada ülkeleri dışında kimi Afrika ülkelerini görüyoruz–bunlar ‘makus talihleri’ni eğitimle değiştirmeye çalışan ülkeler. İlk 10’da Batılılardan 8. sırada Norveç, 10. sırada İsveç var. Aslında buradan şu sonuç da çıkarılabilir: Tek başına eğitim Afrika’yı kalkındırmaya yetmiyor. Yapısal değişiklikler gerekli. Eğitim felsefesi bakış açısıyla konuşacaksak, eğitim şart ama yeter koşul değil.
Eğitime ek olarak başka koşulların da karşılanması gerekir. Toplam nüfus içinde üniversite mezunu oranında da çok gerideyiz. Üniversite diploması da birçok durumda kâr etmiyor. Üniversiteli işsizliği ya da alınan eğitimle ilgisiz olan işlerde çalışma durumları yaygın.
Toplam nüfus içinde üniversite mezunu oranında başı çeken ülkeler, Kanada ve Rusya. Sonra İsrail, Japonya, Lüksemburg ve Güney Kore gibi ülkeler geliyor. Eğitim göstergelerinde Moğolistan’la Kırgızistan arasında ortalama bir ülkeyiz. Almanya, Norveç, Birleşik Krallık, Finlandiya ve İzlanda başı çekiyor.
Matematik eğitiminde ortalamanın altında Kazakistan’la yarışıyoruz. Bilim eğitiminde ortalamanın az biraz üstündeyiz, başlara geçmek hayal gibi… Dünya okuma-yazma oranlarında Kuzey Kore hep başı çeker, eğitime çok önem veren bir ülkedir. Bizim ülkemizde ise, genç okuryazarlığı iyi durumda olmakla birlikte, 65 yaş üstünde çokça okumaz-yazmaz var. Bunlar için halk eğitimi programları gerekiyor, ki var olan sistemde, halk eğitimi geri plana itildi. Okuryazarların neyi okuduğu da ayrı bir tartışma konusu… İngilizce dil yeterliliğinde Tanzanya’yla Nepal arasında ortalardayız. Üniversitelerimizin dünya sıralaması da başka bir sorun. Ne dersiniz? Ülkemizde eğitim nasıl düzelir? Köklü değişiklikler sizce de şart değil mi?
Türkiye’nin dünya mirasları
“Türkiye’nin dünya mirasları turistler tarafından daha çok biliniyor” diyebilir miyiz? Sanırım diyebiliriz.
Sevgili okur, “Türkiye’den 5 dünya mirası sayın” desem sayabilir misiniz? Bu kez soru, çalışmadığınız yerden çıktı. Olsun. Birlikte öğrenelim:
Bir kere, İstanbul’un tarihi yarımadası–ki bu, eski adıyla Konstantinopolis At Meydanı’nı, elbette Aya Sofya ve Topkapı Sarayı’nı, bölgedeki cami, kilise ve sarayları kapsıyor. Daha uzağa gidelim, Göbeklitepe olmalı listemizde elbette ve de Çatalhöyük. Truva’yı da unutmayalım. Pamukkale ve Nemrut Dağı da zorlasak aklımıza gelecek. Gerçi bu, bir “Türkiye’nin turistik bölgeleri tahmini” değil. Bunlar, ilgili uluslararası kuruluşlarca tescillenmiş yerler.
Göreme Ulusal Parkı ve Kapadokya da akla gelir. Ancak, Safranbolu da listemizde olmalıdır. Kars’ta Ani Antik Kenti de öyle. Ya Hitit başkenti Hattuşa ya Divriği Ulu Camisi ve Hastanesi ve Nemrut Dağı (devasa heykel başları)… Bunlar da olmasa olmazdı. Afrodisyas, Efes ve Bergama üçlüsü de var listede. Bunların dışında, daha az bilinenler, Malatya Aslantepe, Bursa ve Cumalıkazık, Diyarbakır Kalesi ve Hevsel Bahçeleri, Edirne Selimiye Camisi ve Külliyesi ve Antalya-Muğla’da Xanthos-Letoon. Bu kadar güzelliğin aynı ülkede bulunması büyük şans. Türkiye’nin toplamda 19 dünya mirası bulunuyor. En çok dünya mirası olan ülkeler ise, sırasıyla, İtalya (58), Çin (56), Almanya (51), Fransa (49), İspanya (49), Hindistan (40), Meksika (35), Birleşik Krallık (33), Rusya (30), ve ABD (24). Bu ülkelerin dünya mirasına katkıları tartışmasız; ancak siz de “Türkiye’de daha fazla dünya mirası vardır ama henüz listelenmemiş” diyenlerden misiniz? Ben onlardanım. Daha neler neler var ülkede de kendimiz bile bilmediğimizden yeterince tanınmamış oluyorlar. Lütfen biraz daha arkeoloji ve tarih öğrenelim, kendimizi güncelliğin sığ sularından kurtarıp…
Psikolojinin geçmişindeki kilometre taşları
Psikolojinin tarihi olmasa da geçmişi 3,500 yıl önceye gidiyor. Mısır papirüslerinde depresyon ve kimi diğer bozukluklar tarifleniyor. 2,500 yıl önce Hipokrat, doğal gözleme dayalı, ruh-cin türü açıklamaları dışarıda bırakan bir tıp disiplini kurar, psikolojiye de katkı sağlar. O.Z.S. (Ortak Zamanlardan Sonra) 2. yüzyılda Galen, Hipokrat’ın kuramını geliştirir.
Yıllar sonra, 11. yüzyılda, birçok psikolojik rahatsızlığı betimleyen İbni Sina olur. Aynı dönemde Biruni, daha sonra çağdaş bilişsel psikolojide kullanılacak tepki zamanı kavramını geliştirir. Sefarad Yahudisi düşünür Musa bin Meymûn da bir sonraki yüzyılda, çeşitli nöropsikolojik bozuklukların dökümünü çıkarır.
Kara Veba salgını sonrasında, düşünsel olarak geriye dönüş başlar (gerçi bu dönüş, Orta Çağ’ın başından beri belirgindir, ancak iyice kötüler), Hipokrat’tan geriye gidilir: Kimi otoriteler, hastalıkları vücuda şeytan girmesiyle açıklar. Çözüm işkence ve şeytan çıkarma olacaktır. Bir yandan da cadı yakmalar sürer.
17. yüzyılda Descartes, ikicil zihin-beden kuramıyla, doğacak olan psikoloji disiplinini etkiler. Spinoza, Descartes’a karşı çıkarak bir başka katkı sağlar. John Locke, boş levha savıyla etkili olur. Leibniz’te ise bilinçdışı tartışmasıyla eşik kavramını görürüz. David Hume da duyulara dayalı felsefesiyle öne çıkar. Kant’ın akla dayalı felsefesi de Hume’u reddederek etkili olur. Søren Kierkegaard düşüncesinde kaygı bozukluklarının temelini görürüz. Bundan sonrasında Wundt ve çağdaşlarıyla, psikoloji modern bir biçim kazanacaktır. Buradaki anlatımın Batı merkezli olduğunu gözden kaçırmayalım. Psikolojinin Batı dışında da öncülleri bulunmaktadır.