Hunlardan bize ne bir sözlük, bir abece ne de yapıt kalmıştır. Sözünü ettiğim Avrupa Hunları ama onların da Asya Hunlarının bir kolu olduğunu bildiğimize göre ikisi hakkında da aynı şeyleri söyleyebiliriz.
Hunlardan kaldığı ileri sürülen üç sözcüğü ise 5 ve 6. yüzyıllarda yaşayan Priscus ve Jordanes adlı tarihçiler kayıt altına almış. Bu sözcükleri şöyle geçirmişler yapıtlarında:
“Köylerde bize yemek (buğday yerine darı) ve yerlilerin içtiği medos verildi. Bizi takip etmiş katılımcılara darı ve barbarlar tarafından kamos denen arpadan yapılma bir içecek verildi.”
ve
“Hunlar [Attila]’nın yasını ağıtlar ile tuttuktan sonra, strava dedikleri eğlence mezarı üzerinde kutlandı.”
Bu cümlelerdeki kalın harfli sözcüklerin Hunca olduğu ileri sürülür ama öyle değildir. Medos bal şarabı demektir, kamos arpa içeceği, strava ise cenaze kutlaması anlamına gelir. Sözcüklere etimolojik olarak bakanlar bunların Hint Avrupa dil ailesine ait olduğunu görebilir. Bu dil bilimcilerden Maenchen-Helfen strava kelimesinin Hunca yerine Slavca konuşan bir Hun İmparatorluğu üyesi tarafından bildirilmiş olabileceğini belirtir. Sözcüklerin Slav, Cermen veya İran kökenli olabileceği de ileri sürülmüştür.
Avrupa Hunlarının birçok halkla birlikte hareket ettikleri biliniyor. Bugünkü anlamda devlet kurmamış ama çok büyük bir alanı egemenlikleri altına almışlardı. Bu boylar topluluğunun içinde Slavlar, Cermenler, İranī kavimler belki Moğollar da bulunuyordu. Bu yüzden Hun diye tanımlanan birinin bir Got ya da Slav olmasında şaşılacak bir şey yoktur. Bu kişi de kendi dilindeki sözcüklerle konuştuğunda Romalıların bunu Hunca olarak algılamasına şaşmamak gerekir. Belki de Priscus ve Jordanes’e de böyle olmuştu.
Bir parantez açıp Hunların gevşek bir imparatorluk veya devlet ya da yönetim yapısına sahip olduğunu belirtmeliyim. Merkezi bir sistemle yönetilen bir yapıya sahip değillerdi. Birçok diğer eski Türk devletinde olduğu gibi.
İşin garibi Attila, (kardeşi) Bleda, (Attila’nın babası) Muncuk, (Attila’nın amcası) Rua, oğulları İlek, Dengizik, İrnek adlarının da Hunca olup olmadığı tartışılıyor. Bu adların Gotça olması da mümkün pekâlâ. Bilinen ilk Avrupa Hun yöneticisi Balamir’in adının aslında bir san olduğu sanılıyor. Ama şunu unutmamak gerekir ki o adları ya da sanları almış olmaları bu kişilerin Türk kökenli olmalarını değiştirmiyor.
Hunları Marcellinus’tan dinleyelim mi?
Antakya doğumlu Romalı tarihçi Ammianus Marcellinus 322-400 yılları arasında yaşadı. Marcellinus imparator Iulianus ile birlikte Pers seferine katılmış, 31 kitaptan oluşan bir Roma tarihi (Res Gestae) yazmış, 353-378 yılları arasındaki olayları anlattığı 14-31. kitaplar günümüze kalmıştır.
390’larda yazdığı yapıtında Hunlar hakkında da bazı bilgiler verir. Hunlarla karşılaşmayan Marcellinus duyumlarını yazıya geçirmiştir. Onun verdiği bilgilerden bazılarına göz atmakta yarar var.
“Hunların halkı vahşilik konusunda her türlü aşamayı geçer. Zira buradaki çocukların yanaklarına, zamanı geldiğinde çıkan saçları uzadığında buruşuk yara izleriyle durdurulsun ve tıpkı hadımlar gibi herhangi bir sakal ve güzellik olmadan büyüsünler diye, doğdukları andan itibaren demirle derin bir şekilde iz açılır.
Bütün Hunlar derli toplu ve kuvvetli uzuvlara ve kalın boyunlara sahiptir ve öylesine acayip ve biçimsizlerdir ki bunların iki ayaklı yaratıklar veya baltayla kaba bir şekilde kütük gibi yontulmuş, köprü yaparken kullanılan parapetler olduğunu sanırsınız.
Ne kadar nahoş olsa da bunların insan şeklinde olmasına karşın yaşam şekilleri öylesine serttir ki ne ateşe, ne de tatlı yiyeceklere ihtiyaç duyarlar; sert bitkilerin köklerini ve uyluklarının arasına ve bineklerinin sırtlarına koydukları ve böylece az da olsa ısıtarak pişirdikleri artık hangisi olursa olsun hayvanların yarı çiğ etlerini yerler.
Asla herhangi bir yapıyla korunmazlar ve bunlardan tıpkı günlük kullanımdan tamamen ayrı olan mezarlar gibi kaçınırlar. Zira bu insanlarda, damı saz saman ile örtülü kulübelere rastlamak mümkün değildir. Fakat dağlar ve ormanlardaki geniş alanlarda gezinerek daha beşikten itibaren soğuğa, açlığa ve susuzluğa katlanmaya alışkın hâle gelirler. Kendi evlerinden uzaktalarsa, hayatî bir zaruret olmadıkça bir eve girmezler; zira bir çatının altında kaldıkça kendilerinin güvende olmadığını düşünürler.
Keten kıyafetlerle veya tarla farelerinin keçelerinden yapılmış yamalarla giyinirler; evlerinin içinde farklı, dışarıda farklı kıyafetler de giymezler. Fakat bir kez boyunlarını soluk renkli bir tuniğe geçirdiler mi bu kıyafet uzun süreli kullanımdan ötürü artık çürüyüp paçavra haline gelerek üzerlerinden parça parça dökülene dek bunu çıkarmaz veya değiştirmezler.” (1)
Hunlar hakkındaki ön/yargıları belli oldu sanırım Marcellinus’un. Romalılar kendilerini uygar diğer tüm ulusları vahşi saydıkları için bu anlatımların Hunlara özel bir nefret kanıtı olarak görülmemesinde yarar var. Yani Hunlara karşı özel bir husumet beslemiyor, herkese böyle bakıyorlar.
Hun altını ve lâl taşından bileziğin detayı, 5.yüzyıl, Walters Art Müzesi
Marcellinus’un bu kadar vahşi gördüğü Hunların bugüne kalan arkeolojik eserler bırakıp bırakmadıklarına gelince…
“Hun arkeolojik eserleri Obi ırmağından, Fransa’daki Troyes kentine kadar uzanan geniş bir sahayı kaplar. Avrupa’nın hemen her yerinde Polonya, Almanya, Fransa, Çekya, Slovakya, Avusturya, İsviçre, Macaristan, Romanya, Ukrayna, Moldava, Rusya, Balkan ülkeleri ve öteki ülkelerde Hun arkeolojik eserlerine rastlanmıştır…
Hunlarla ilgili ilk eserler 1831’de Güneybatı Polonya’daki Silezya’da bulunmuştur. Buluntuda bakır kazan, altın levha, kemer uçları, tunç (bronz) tokalar ele geçmiştir. Ukrayna Makartet’te altın süsler, uzun kılıçlar, kılıç kınları, üç kanatlı ok uçları, bakır kazan parçaları bulunmuştur. Kazanların ayak halkaları vardı. Bu kazanlar Moğolistan’da Noin Ula’da Asya Hunlarından kalan kazanlarla aynıdır. Kazanlar genellikle Romanya ve Macaristan’da ele geçmiştir. Bunların ölü aşı için kullanıldığı sanılmaktadır. Kampus Mavriyakus savaş alanından çıkarılan bazı eserler Şalon (Chalons) şehri müzesindedir. Fransa’da Katalanum düzlüğünde Hunlara ait tunçtan yapılmış bir kurban kabının kulpu bulunmuştur. Avusturya’nın başkenti Viyana yakınındaki Simmering, Karnuntum (Carnuntum) ve Almanya’daki Mainz, Avrupa Hunlarından kalan öbür buluntu merkezleridir. Simmering ve Karnuntum’da yapılan kazılarda Hunlara ait kafatasları, silah ve Doğu Asya tipi yaylar bulunmuştur. Romalı şair Kıladyanus tarafından övülen bu yaylara Büyük Britanya’nın Galler bölgesinde, Gaerleon’da 5. asırdan kalma bir yay imalathanesinde tesadüf edilmiştir. Simmering, Karnuntum ve Mainz’de bulunan Hun tipi yaylar İskit ve Alan yaylarından farklıdır… Güneydoğu Macaristan’da yer alan Seged (Szeged) kentinin yakınlarındaki Nagiseksos’ta (Nagyszéksôs) Hunlara ait bir prens mezarı bulunmuş, mezardan 1926 ve 1934’te çeşitli eşyalar, kap kacak çıkarılmıştır. Kazakistan’ın batısındaki Aktöbe şehrinde bulunan mezardan kayın ağacı kabuğundan yapılmış 77 santim uzunluğunda bir sadak (okluk) çıkmıştır. Yaylar, demir ve kemik uçlu oklar da bulunmuştur. At koşum takımları, eğer, yular, gem ve saire en çok bulunan eşyalar arasındadır. Kazılarda tek ağızlı kılıçlar ele geçmiştir. Bildiğimiz gibi Asya Hunlarının kılıcı eğri ve tek ağızlıdır. Bununla birlikte Avrupa Hunlarının kılıcı keskin, iki ağızlı, uzun, dar, tutmaya ve yakın temasta saplamaya uygundu. Tek ağızlı bıçak, kargı, zırıh (zırh), miğfer bulunan diğer eşyalardır. Altın kolyeler, taslar, kupalar, yüzük, küpe, altın çengelli iğne, taçlar, boncuklar da ele geçen malzemeler arasındadır.” (1)
Bu konuda tek kaynağa bağlı kalmayalım değil mi?
Başka bir kaynaktan da aktaracaklarımız var.
Minusinsk Etnografya Müzesi’ndeki buluntular: “1877 yılında Sibirya’da altın çıkaran N.M.
Martyanov’un bağışladığı parayla kurulmuştur ve şimdi de onun adını taşımaktadır. Müzede 110 binden fazla eşya korunmaktadır. Martyanov, önce botanik ve taş koleksiyonlarını toplamış, sonra Sen-Petersburg’dan büyük bir kütüphaneyi buraya aktarmıştı. Bu kütüphanede çalışmak için başka Sibirya kentlerinden de bilim insanları geliyorlardı. Müze, benzersiz Hun ve Göktürk bronz mamulleri koleksiyonuna sahiptir. Bu koleksiyonda silah, kuşaklar ve günlük yaşamda kullanılan eşyalar vardır. Müzede, Göktürk yazıtları ve taş heykelleri derlemelerinden biri de bulunmaktadır. Bu yazıt ve heykeller, Yukarı Yenisey havzasında Tuva ve Hakasya’da toplanmıştır. Birçok yazıtlı taş Tuva’dan Minusinsk’e Yenisey boyunca sallarla getirilmiştir. Sibirya’ya politik nedenlerle sürülmüş olan Dimitri Klements, birkaç yıl içinde müze muhafızı olarak çalışmaya başlamış ve asıl onun çabaları sayesinde Göktürk yazı anıtları derlemesi toplanıp korunmuştur.” (2)
Kahta kentindeki akademisyen V.O Obruçev Etnografya Müzesi’ndeki buluntular: “önemli bölümlerden birini de çok değerli Hun dönemi bronz eşyalar sergisi oluşturur. Bu eşyalardan ikisinin üzerinde geç dönemde yazılmış Göktürk yazısı bulunur.” (2)
Herkese keyifli günler dilerim.
Manşet fotoğrafı: antiktarih.com
1-Dr. Yusuf Gedikli, AVRUPA HUNLARI ve AVRUPA HUN TÜRKÇESİ, Ötüken Yayınları,
https://www.otuken.com.tr/u/otuken/docs/a/v/avrupa-hun-turkcesi-1613389432.pdf
2-D. Dimitri Vasilyev, Sibirya Müzelerinde Bulunan Göktürk Arkeolojik Koleksiyonları, Sibirya Araştırmaları, S.401-406.