Gençlik son 20 yılda umudunu yitirdi. Çok fazla göç verdik. Çok fazla nitelikli insanı, beyni kaybettik.
Şimdi bunlarla övünmemiz isteniyor. “İşte bak falanca da Türk kökenli” diye. Ülke öyle bir hâle çevrildi ki, gidebilen gitmeyenden daha değerli sayılıyor. Oysa ne her giden mutlu ne her kalan mutsuz. Sosyolojik bakış gidenlerin mutlu olmasını beklerken, psikolojik bakış her kişinin öznel durumuna dikkat çekiyor. Yurt dışında yaşayıp psikolojik yardım talep edenler az değil. Kalanlar için de durum farklı değil.
Aslında, birçok sorunumuzu yanımızda götürüyoruz zaten. On yılı aşkın bir süre yurt dışında yaşadıktan sonra döndüm. İstersem yine gidebilirim ama gitmek istemiyorum. Bu durumum garip karşılanıyor. Oysa uzaklarda insan hiç kimse oluyor, bir yabancı oluyor. Burada kurduğumuz sosyal ağları uzaklarda oluşturamıyoruz, çok zor. Çocukluk arkadaşlıklarının yerini tutmuyor sonraki arkadaşlıklar. Hep geçici, hep geçici… Benim için arkadaşlıklar çok değerli. Kendi evimizi inşa etmiştik, önünde 20 kişinin aynı anda içki içebileceği havuz üstü masa. Ama bir kişi bile denk gelmedi arkadaş namına, içebileceğimiz. Arada misafirler hariç. Sürekliliği olmadı bunların da. 20 kişi beklemiştik masaya, gelen olmadı. İşte yurt dışında fiziksel koşullar iyiydi, sosyal ağ yoktu. Bunun için döndüm. Yine gidersem yine dönerim. Köklerim burada…
Tarihi nasıl öğretmeli?
Amerikan eğitim dünyasında son dönemlerde, “tarihi nasıl öğretmeli?” tartışması söz konusu.
Irkçılığı, köleliği nasıl anlatmalıyız… Gericiler, “şöyle üstünden geçelim, fazla ayrıntıya girmeyelim” diyor. İlericiler ise “ayrıntısıyla anlatmalıyız. Bunlar gerçekten olmuş olaylar” diye karşı çıkıyorlar.
Gericilerin tarih anlayışı, er ya da geç “beyaz üstünlükçülüğüne” çıkıyor. Gericiler, “böyle yaparsak, öğrenciler kendi ülkelerinden nefret ederler” diyorlar. Karşı taraf, “nefret etmezler, daha ölçülü bir tarih anlayışları olur” diye yanıtlıyor.
Hem zaten hangi ülkenin tarihinde tümüyle övünülecek olaylar vardır ki?.. Yerli soykırımı ve köle sömürüsüyle kurulu bir ülke, geçmişini sorguluyor. Gericilerin genelde beyaz çoğunluğa ait olması şaşırtıyor mu? Aslında, kendi atalarının yaptıklarını aklamış oluyorlar. Bütün dert bu… Özgürlükler ülkesinde, kimi okullarda kütüphanelere girecek kitaplara kısıtlama var. Yerli ve siyah anlatılar dışlanıyor. Öte yandan, tersi yanlışa da düşmemek lazım: Buradan her beyazın kötü olduğu gibi bir sonuç ya da bir yerli-siyah övgüsü/yüceltisi çıkmamalı. Sonuçta doğduğumuzda nereli ve nasıl olduğumuzu belirleyemiyoruz.
Aslen sorun, ten renginde değil, ideolojide. “Kurucu babaların yaşamına mı ağırlık verelim, sıradan halk kesimlerinin tarihteki yaşamına mı?” sorusu, bir diğer konu. Bu konu, büyük adamcı anlatılarla (“tarihi büyük adamlar yapar”) halk anlatıları (“tarihi halk kitleleri yapar”) arasındaki ayrıma karşılık geliyor. Birinci yaklaşım benimsense bile, yerli, siyah ve Çinli (evet, Çinli, çünkü demiryollarında yoğun olarak Çinli işçiler çalıştırılmıştı) kurucu babalar ve elbette anneler de kapsanmalı. İkici olmayan cinsiyetleri de anmalı. Fakat konuya böyle yaklaşan öğretmenler, ideolojik olmakla suçlanıyor. Oysa resmi tarihin kendisi ideolojik… Amerikan halk tarihçiliğinin en önemli ismi Howard Zinn (1922-2010). ‘Amerika Birleşik Devletleri Halklarının Tarihi’ kitabı önerilir. Ayrıca, adına “halk tarihi nasıl öğretilir?” konulu eğitim projeleri de yapılıyor.
Evlenmeyin
Sosyal medyada bir akımın yaygınlaştığını görüyorum: Tam adıyla, “oğlum evlenmeyin” akımı. Yıllar önce de görmüştüm bu kampanyayı ama son dönemde daha da yaygınlaştığını görüyorum. Boşanmalar yaygınlaşıyor. Boşanma davaları iki tarafı da yoruyor. Başından boşanma geçmemişlerin anlaması olanaksız. İki taraf için de yıkıcı bir süreç. En gülüncü ise, hayatında hiç boşanmamış arkadaşların ve dahası ‘uzman’ların öğütleri. Tutmuyor, bir işe de yaramıyor. Evlilikler konusunda kesinlikle sosyal politikalar geliştirilmeli. Birçokları evlenmeye hazır değil, ama evleniyorlar. Annelik-babalık eğitimi de şart ama ondan önce evlilik eğitimi gelmeli.
İş görüşmeleri
İş görüşmeleri, kimi zaman sinirleri/sınırları zorlayabilir. İşe almak için değil almamak için yapılan iş görüşmeleri en sinir bozucularındandır. O işe kimin alınacağı bellidir, falancanın yeğenidir, ama “âdet yerini bulsun” diye iş görüşmesi yapılır. Yüksek lisans ile doktora arasında bir dönem işsiz kalmıştım.
Başvurduğum yerler şöyle diyordu: “Sen fazla yeteneklisin, bu işte sıkılırsın.” İzin vermediler buna kendi kendime karar vermeme. Yıllar içinde yurt dışında çalıştığım üniversitelerde haksızlıklara uğradım. Çalıştığım uluslararası bir üniversitede müdürler, koltukları sallantıda olduğu için, eşi dostu yükseltmişlerdi. İsyan ettik. Mücadele ettik. Yıllar içinde adaletsiz atamalar yapan bütün müdürler görevden alındı. Çalıştığım ikinci üniversitede sözler tutulmadı. Yeni alınanlar üst kadrodan başlatılırken, çalışanlara yükseltme yapılmadı. Şirket gibi yönetilen kurumlarda artık bunları kanıksadım, doğal karşılıyorum. Masanın öbür tarafına geçtiğim de çok oldu. İşverenin yanında adayları değerlendirdik. Siviler genelde şişkin oluyordu; ama adaylar boş oluyorlardı. Ben güncel yaşama ilişkin sorular sorardım, genelde yanıt alamazdım. Sonra başka bir üniversiteye, bu kez bir Vietnam üniversitesine girerken, görüşmeden çok sohbet gibi olmuştu, onu anımsarım. En son, Ho Amca’nın ne kadar üst düzey bir lider olduğundan bahsediyorduk. Bir başka iş görüşmesinde, Budizm ve Alevilik karşılaştırması bile yapmıştık. “Yüce bir ruhun var” demişti mütevelli heyeti üyesi. O zamandan beri iş görüşmeleri, sohbet gibi geçiyor. Ama bundan sonra böyle olacak diye bir kural yok elbette.