Pelin Batu bir söyleşisinde Victor Hugo’dan bahsederken “Viktor Ügo” diye telaffuz edince pür dikkat kesildim.
Trakya diyalektinde kelime başındaki H harfinin okunmadığını bilmez değildim. Çingenelerin de öyle kullandığını duymuş, İspanyolca da öyle olduğunu öğrendiğimde acaba Trakya’ya da İberya’ya da ortak halk olduğu için Çingenelerden mi geçmiş gibisinden uçuk fikirler geliştirmiştim. Dil konularından o kadar bihaberim ki Fransızcada da benzer bir şey olduğunu fark etmemişim. Böyle şeyleri azıcık da olsa öğrensem iyi olacak ama şimdi konum o değil.
Konu hayranlık. Onun gibi olmayı istemek ya da tam tersi. Amerika’ya yerleştim ya, uyum sağlayıp Amerikanlaşayım mı yoksa eski huyumu sürdürüp karşıtlıkta mı direneyim çelişkisi bu. “Vah vah, demek seni de kaybettik” diye ezmeye niyetlenenleriniz için söyleyeyim. Göçeli bu günlerde yedi sene bitti, göbek bağım gevşeyeceğine daha da sertleşti. Şimdilerde de 2 ayı geçti, geceli gündüzlü sadece kokuşmuş vatandaşlarımızı izliyorum, ne üstüme vazifeyse artık…
Ekrana çakıldığım bu süreç, kızları kendine kedi eyleyen butik peygamberinin belgeseli ile başladı. Kendini çok akıllı ilan eden dolar bigudili süzme salakla devam etti. Sağdaki sıfırların sayısını bilemediğim kadar çok banknotları torbalarla ondan buna taşıtan derin(!)den besleneni izleyerek sürdü.
Sonra mafya eskilerini, polis ve istihbaratçı bozuntularını, ihale fesatçılarını, olmayanın satıcılarını, hatta bir tosuncuğu vitrine koyup inek sağar gibi salak sağan abileri falan dönüp yeniden izledim.
Ayrıca çakma doktoru, çakma beyin cerrahını, çakma profesörleri, diploma ne işe yarar ki diyengilleri, tepeden eteğe bilcümle çakma diplomalıları, takkeli şalvar kaçkınlarını ve de diplomalı hainlerini, gecekondu olanlarından çok anlı şanlı üniversitelerin mezunu olan bütün o kokmuşları izledim…
Her alandan farklı farklı dolandırıcıları izlerken, onları sahaya sürenleri, o gibileri canı gönülden savunan avukatları, o mahlukatlar kazara (!) tutuklandığında kendi nöbetlerinde salıveren satılık hâkimleri, kalemini kelamını pazarlayan gazetecileri ve de perakende değil toptan satılık politikacıları düşünüyorum…
Merakımı cezbeden bunca yolsuzluğun dolandırıcılığın nasıl yapıldığı falan değil elbette. Beni ekranlara kilitleyen asıl şey insanların karakter(sizlik)leri. Hepsinin dilini üslubunu ama ondan da önemlisi beden diline yansıyan duygularını merakla hâlâ izliyorum ekranlarda.
Bir de bütün bu olan bitenler hakkında üyesi olduğum kapalı gruplarda yapılan yorumları okuyorum. Soygun düzeninin çarkında bizzat dönmeyenlerin yaklaşımını da böyle izliyorum. İyi ki çıkmışım, iyi ki bu bataklıkta debelenmiyorum diye sevinmeyi beceremeden öteden öteden izliyorum her şeyi.
Dışardan bakınca insan içindeyken öğrenemeyeceklerini de öğreniyor. Biz neymişiz be abi dedirten cinsten şeyleri. Durumun hiç de öyle üç beş kişinin dolandırıcılığı ile açıklanamayacak olması çok ağırıma gidiyor.
Dedim ya bu işlerin dışında olanların yorumlarını da okuyorum diye. Toplumun en kafası çalışan grubu olduğundan en ahlaklısı da olması beklenen hekimlerin, hâkimlerin, öğretmenlerin, entelektüellerin gruplarında yazılanları mesela. Asıl oralarda konuşulanlar mahvediyor beni. İnanın “zona” döktüm kederden sıkıntıdan…
Sonuçta yozlaşmanın tepeden tırnağa herkese bulaştığını fark eder ama söylemeye dilim varmazken, noktayı eski manken Deniz Akkaya koydu. Her iki kişiden biri bu işlerin içinde diyerek.
İkinin biri …
“Ahh biz Çılgın Türkler”den başlayacak linçin onu da beni de yerle yeksan edeceğinin farkındayım da gene de bu lafın altına imzamı atmaya hazırım. Aylar süren bu seyir süreci sayesinde emin oldum ki her iki kişiden biri yozluğa teslim bayrağını çoktan çekmiş, diğerleri de kapıda fırsat kolluyor. İnanmayan uzaktakileri değil kendi aile bireylerini tek tek gözden geçirse yeter…
Bugün de Amerikalı genç bir adamla yapılan bir söyleşiyi izledim. Merkezi yerlere uzak küçük bir kasabada doğmuş, dandik Amerikan okullarında zar zor okumuş yoksulluktan. Okurken hep çalışmış. Bulaşıkçılıktan getir götürcüğe kadar ne iş bulursa yapmış. Sonunda göz teknisyeni olmuş. Bir süre büyük bir şehirdeki bir alışveriş merkezinde makine başında oturup insanların göz numarasını okuduktan sonra bu iş beni kesmez, göz doktoru olup ameliyat falan yapsam neyse, demiş. Ancak doktorluğun uzun süreli ve pahalı eğitimini beceremeyeceğini anlayınca, bir kursa yazılıp tıbbi araç gereçler hakkında bilgi edinerek sertifika almış.
Bu kurs belgesi sayesinde medikal araç tanıtımı yapıyormuş şimdi. Satış yapabilmek için o şehirden bu şehire devamlı yolculuk yapıyor. Her gün yüzlerce kilometre araç kullanıyor. Hiç tanımadığı hastane personelini ikna edebilmek için diller döküyor. Bazen yollarda o kadar uykum geliyor ki kenara çekip beş on dakika kestirmem gerekebiliyor diyor. Geleceğini nasıl görüyorsun sorusuna ise “kendimi geliştirmeye niyetliyim, sonunda bu şirkette yönetici pozisyona geleceğimden eminim” diyor. O kadar güzel konuşuyor ki belli ki kitap okuyan biri.
Henüz 25 yaşında olan bu gencin hikâyesi Amerika için çok sıradan. Ancak bana çok sıra dışı geldi niyeyse. Kendi ülkem gençleri hakkında izlediklerim yüzünden değil de ne?
Onun ekmeğimi taştan çıkarırım gayretkeşliğinin ilk çağrıştırdığı, benim gibi orta sınıftan olan bazı arkadaşlarımın İstanbul’da doğup büyümüş oğulları oldu. Kendi ailem kadar yakından bildiğim bu ailelerin oğulları ana baba parası ile üniversite okudular. Şimdilerde hemen hepsi iş arıyoruz ama bulamıyoruz diye evde bilgisayar oynuyor ve ailelerinin önlerine koydukları ile beslenmeyi sürdürüyorlar. Üniversite bitirmiş olmanın gururuyla eğitimlerine uygun olmadığını düşündükleri işlere burun indirmiyorlar.
Sözünü ettiklerim çoktan otuzunu geçtiler ama hâlâ donlarını anaları yıkıyor. Oysa Amerika’da bir evlat ana baba sofrasına ancak yılda bir kere Noel zamanı oturabiliyor. O da elinde hediyesi ile gelerek. Çünkü 18 yaşındaki evlada yallah çekmek Amerikan mantığının bir parçası. Bizim analarsa “oğlumu evlendirirken gelinin takılarını nasıl satın alacağım” derdiyle kavruluyor hâlâ. Gösteriş düşkünlüğümüzün ta oralardan başladığını kavramadan…
Bu arada yasadışı kumar/bahis parası diye anılan kara para konusunda, ekran oyunlarından pek söz edilmemesi de ilginç. Sözüm ona ülkede kumar oynanması yasak. Oysa maşallahımız var, ülkemiz ekran oyunlarında bir numara. Yani senin benim oğlumuz, kardeşimiz ya da kocamız oynuyor o oyunları, el âlem falan değil. Siz daha bizimkinin oynadığı üç beş kuruştan ne olacak demeyi sürdürün hanımlar. Ne diyor Deniz Akkaya “iki kişiden biri.” Yani doğrudan hırsız olan başkasıysa da o kumara para aktaran ve ortalıkta uçuşan onca haram parayı tedarik eden ya benimki ya da sizinki. Kimin parası bunlar diye merak edenler kendi cüzdanına bir daha bakmalı…
Kızlardan söz etmemek de olmaz elbette. Yoksulluk bunca artarken, ortalığa da bunca para saçılınca onlar da eğilip saçılanlardan kapmak istiyor. Ancak eğilmek dünyanın en zor mesleği. Dudaklarını ve memelerini şişirerek zengin erkekleri yolma yoluna giren kızların, Bahar kız örneğinde olduğu gibi aptal saptal söylemlerle salağa yatıp “herif sövüşleme” tekniklerinde çok ilerlediklerini sananların sonunu bugünlerde bolca sunuyor ekranlar. “Ava çıkan avlanır” deyimini kimse öğretmemiş Dilanlara Baharlara, Seçillere, Seçilmişlere.
Sonuçta aylardır kokuşmuş evlatlarımızı ekranlarda izleye izleye değer yargılarım altüst oldu. Üstüne üstlük “haftanın her günü sekiz on saat çalışıyorum, sekiz on sene sonra şirketimde müdür olmayı hedefliyorum” diyen şu Amerikan köylüsü delikanlı aklımı iyice karıştırdı.
Amerikalılar hakkında ezberim bozulmaya başladı. Tek tek örnekler bir şey ifade etmez, genellemeler hatalara gebedir, bilmez miyim, biliyorum elbette. Elbette verdiğim bu örnek gibi ne örnekler var ülkemizde de. Ayrıca Amerika her türlü ahlaksızlıkta kimseye patronluğu kaptırmaz. Üstelik bunun bir de Güney Amerika versiyonu var ki onlar da Kuzey Amerika’ya pabuç bırakmaz.
Ama yahu, gene de bizim son on yıllarda kokuşmuşlukta eriştiğimiz seviyeye kimseler erişemez. Çürükten de çürük, yozdan da yoz, ahlaksızdan da ahlaksız olduk çıktık. Ülke ikiye bölündü iki taraf da ötekini suçluyor ya, oysa o taraftakiler ayrı, bu taraftakiler ayrı çürümüş durumda. Bütün görüp izlediklerimden sonra tam olarak böyle hissediyorum.
Ekranlardan yansıyan leş kokusu benim hatları yaktı. Duygu durumum böyleyken böyle.
Amerikan (h)ayranı mı olmaya başladım ne? Eee, körle yatan şaşı kalkar hesabı!
Peki siz, hayatla/hayatta kumar oynamayanlar, ekrana yapışıp “o dizi böyle”, “öteki futbol takımı şöyle” deyü ömür törpüleyenler, aslen siz kimlerle iş tutuyorsunuz bugünlerde?
calisal01@yahoo.com