Kırk yaşına gelip yakını pek de iyi göremez olunca hayatımda ilk kez göz muayenesine gitmiştim.
Arkadaşım Zerrin muayene sırasında gözlerime ilaç damlatarak göz bebeklerimi büyüttü. Böylece, “göz dibi” denilen gerçekten de gözün en dibinde olan bölgeyi kolay muayene edebilmek için lens kaslarımı (göz bebeğimi) kasten felç etmiş oldu.
Göz bebeğini geçici felç yapma işlemi olağan bir muayene yöntemidir. Hekim olduğuma göre bunu biliyor olmalıydım ama teorik bilgim pratikte işe yaramadı çünkü böyle olacağını öngörebilseydim muayeneye kendi arabamla gitmezdim. Muayene sonrası akşam olmuştu ve farlar dâhil şehrin bütün ışıkları koca delikten (büyütülmüş gözbebeğimden) içeri doluşuyor ve bu aşırı ışık saldırısı altında doğru dürüst göremiyordum. Bu nedenle arabamı muayenehanenin kapısında bırakmak zorunda kaldım.
Işık azsa büyüyen, ışık bolsa küçülen penceremiz yani gözbebeklerim ayar yapamaz olunca içeri sınırsızca doluşan ışık yüzünden görmem gerçekten çok berbatlaşmıştı. Neyse ki çok uzak değildi, evime doğru yürümeye başladım. Ancak farları ve trafik ışıklarını her zamanki sınırlanmış toparlak biçimleri yerine ışınsal dağılımla görmem yüzünden yürümek bile zorlaşmıştı. Gözüne ışık tutulan tavşanın donup kalışını o zaman hatırladım…
Görme ile ilgili ilk keşfimi de o zaman yaptım: “Küçük çocuklar, güneş çizerken yuvarlağın çevresine o çizgileri yani ışınları bu nedenle yerleştiriyorlar.”
Bebek ve küçük çocukların göz bebeklerinin erişkinden daha büyük olduğunu biliyordum. Göz merceği kasları henüz yeterince gelişmemiş olduğu için gerektiğinde göz bebeklerini küçültemediklerini de biliyordum. Gelişmemiş göz bebeği refleksi nedeniyle, güneşi ve diğer ışık kaynaklarını tıpkı çizdikleri gibi gördüklerini gene de akıl edememiştim. Onlara öyle öğretildiği için öyle çizdiklerini sanıyordum, oysa gerçekten ışın ışın gördüklerini, ancak ben de öyle görünce anlayabildim.
Ben böyle Amerika’yı hep yeniden keşfederim. Eve yürürken yaptığım bu keşif heyecanımı doruğa çıkardı. Acaba çöp adam çizmeleri de benzer bir nedenle miydi? Üç boyutlu çizemedikleri için değil de zaten derinliksiz gördükleri için mi öyle çiziyorlardı? Gece karanlığında taktığım güneş gözlüğü eşliğinde yürürken sorular ardı ardına aklıma doluşuyordu.
Gördüklerimiz yaşa bağlı olarak değişiyorsa, başka şeylerden de etkileniyor olabilir miydi? Karikatüristler aklıma düştü önce. Bir çırpıda en belirgin özellikleri yakalıyor ve de abartarak gösteriyor olmalarına ne demeli? Yoksa sandığımız oranda abartmıyorlar da zaten biraz öyle mi görüyorlar?
Peki ya ressamlar? El Greco’nun astigmat olduğu; bütün resimlerinde var olan baş-gövde orantısızlığının çarpık görmesi yüzünden oluştuğu biliniyor. Van Gogh’un sarıları da bulaşıcı hastalığının yarattığı bir görme kusuru ile ilişkilendirilmişti. Yoksa ressamlar da hatta görsel sanat üreticilerinin hepsi de bizden başka türlü mü görüyor?
Aynı dünyaya bakıp her birimiz bambaşka dünyalar mı görüyoruz yoksa?
Bebekle yetişkinin aynı şeyleri görmeyişi gibi kadınla erkeğin de farklı gördüğü biliniyor. Cinsiyet farkı deyince, moda dünyasında öne çıkanların çoğunun homoseksüel olması da bu nedenle mi acaba? Kadın kadar çok renk ve şekil görüp erkek kadar çok mücadele edebildikleri için mi daha başarılı oluyorlar?
Ana soruya geri dönersek; yaş ve cinsiyetten de bağımsız olarak, her birimiz dünyayı çok farklı görüyor olabilir miyiz gerçekten? Bunu anlamak için biraz tıbbi bilgileri deşelim:
Gözün retina tabakasındaki ışığı algılayan (fotoreseptör) hücreler çubuk ve koni şeklinde 2 çeşittir. Bu hücreler algıladıkları ışığı elektriksel akımlara dönüştürerek beyne sinyaller gönderirler. Görmemiz, bu elektrik akımlarını algılayan ilgili beyin bölgesi sayesinde mümkün olur.
Çubuk şeklindeki göz hücreleri, huni gibi (koni) olanlardan daha dardır ve azıcık ışığa bile duyarlıdır. O yüzden alacakaranlıkta bile görebilmemiz çubuklar sayesindedir. Koniler ise sadece parlak ışıkta etkindir ama renkli görmemiz de onlar sayesindedir. İnsan gözünün retinasında 120 milyon çubuk hücresine karşılık sadece 6 milyon koni hücresi bulunur.
Beyaz ışık demeti bir prizmadan geçirilse, ışığın farklı dalga boyları farklı açılarla kırılarak ayrışıp renkleri oluşturur. Çıplak gözle algılayabildiğimiz bütün renklerden oluşan görünür bölge, en küçük dalga boyuna sahip olan mor (380 nm) ile en büyük dalga boyuna sahip olan kırmızı (700 nm) arasında yer alır. İnsan, sadece bu aralıktaki ışığı görebilmektedir. Bu daracık aralık yüzünden insan gözü var olan ışığın sadece yüz binde üçü gibi minicik bir bölümünü görebilmektedir.
İnsanın göremediği 380 nanometreden küçük dalga boyundaki ışığa mor ötesi (UltraViyole:UV) diğer uçtaki yani 700 nm’den daha uzun dalga boyundaki ışığa da kızıl ötesi (İnfraRed) ışınları denir.
Işık azaldığında renk seçme yeteneği de azalır çünkü bu durumda sadece çubuklar çalışmaktadır. Renkli görmemizle ilgisi olan koniler insanda 3 tiptir ve farklı dalga tiplerine yanıt verirler. Algıladıkları dalga boyuna bağlı olarak S (short-kısa), M (medium-orta) ve L (long-uzun) olarak adlandırılır. Uzun dalga boyu daha kırmızı, kısa dalga boyu daha mor algılamak demektir.
Renk algısı bu 3 farklı dalga boyunun birleşiminden oluşur ki olağanüstü zenginlikte bir yelpazedir. Bu zengin yelpazenin uç noktaları da var. Körlük gibi en uç durum bir yana bırakılırsa, bazıları renkleri ya da renk farklarını göremez çünkü renkli görmeyi sağlayan koni tipi hücrelerinde sorun var.
Renk körlüğü, sadece 200 kadının birinde (%0.5) olmasına rağmen kabaca her 10 erkeğin birinde (%8-10) bulunur. İşin ilginci renk körlerinin büyük kısmı durumlarının farkında değildir.
Renk körlüğünün en sık rastlananı en ağır olanıdır ki kırmızı ile yeşil ayırt edilemez. Ancak maviyle sarıyı ayıramama da hiç az değildir. Renk körlüğünün ara renkleri görememe şeklinde pek çok alt tipi vardır. Ancak göremeyen göremediğinin bilmediği için şikâyet konusu bile olamadığından çoğuna tanı bile konulmamaktadır.
Hiç renk görememe ise çok nadirdir. Hiç renk görmeyenlerin genel olarak görme yetenekleri de azdır ve parlak ışıkta çok rahatsız olurlar. Ayrıca normal görenlerin parlak ışıktan rahatsız olanlarının da renkli görmelerinde bazı sorunlar vardır. (Beyaz ampullerden çok rahatsız olanların renkli görme testi yaptırmasında fayda var)
Renk körlüğünün erkeklerde sık olması X kromozomu ile aktarılan bir kalıtım oluşundan. Kadınlarda 2 adet X kromozomu olduğu için, birinde bozukluk olsa bile diğeri sayesinde kendileri renk görme sorunu yaşamaz ama defekti çocuklarına aktarabilirler (genetik taşıyıcılık).
Renk körlüğü edinsel olarak da gelişebilir. 10-300 nm. dalga boyu olan ultraviyole ışığa maruz kalındığında retina hasarlanabilir. Maküler Dejenerasyon, Diyabet, Vitamin A yetmezliği ve bazı kimyasal yapıştırıcıların uzun süre solunmasına bağlı olarak da gelişebilir. Verem tedavisinde kullanılan Etambutol ve başka bazı ilaçlar da neden olabilir. Yaşlanmak, görme yetisi ile birlikte renk keskinliğini de azaltır.
Renk körlüğünün tedavisi yok. Ancak telefon üzerinden kullanılabilen ve renk ayrımını sağlayan bazı uygulamalar geliştirilmiş. Son yıllarda bu amaçla geliştirilen özel gözlükler, renk göremeyenlere gereken mucizeyi sağlıyor.
Her turanın bir de yazısı olur ya, iki konili renk körleri gibi dört konili insanlar da var ki bu duruma “tetrakromasi” deniyor. Kolayca anlaşılacağı üzere dört konisi olanlar renkleri herkesten kat be kat fazla görebiliyor. Üstelik öyle üç beş kat değil yüzlerce kat fazla renk tonu görüyorlar.
Bazı hayvanların da ana renklerin yanında ultraviyole ışığını algılayabildikleri anlaşılmış. Bazı kuş türlerinde de 300–400 nm. dalga boyundaki ultraviyole ışığı algılayan 4. tip koni mevcut. Böcekler de 300 nm-400 nm. arasındaki dalga boylarını algılayarak insandan çok daha fazla görüyor. Karlarla kaplı alanlarda yaşayan Ren geyiklerinin de kardan yansıyan UV ışınlarına daha duyarlı konileri olduğu anlaşılmış. Özetle balık, kuş, sürüngen ve de bazı böcekler tetrakromatik. Anlaşılan ilkel bulduğumuz bu canlılar bizden kat be kat zengin bir görüşe sahip. Memelilerin çoğu da dört konili ama bizler insanlaşma aşamasında konilerin bir türünü kaybederek 3 konili kalakalmışız. Evrimin bize yakın hayvanları olan maymunlarda da bizim gibi sadece 3 tip koni bulunuyor.
Şimdi de meselenin bam teline geliyoruz…
Kadınların %12-15’inde 4 tip koni hücresi olduğu ve bu kişilerin bazılarında renk keskinliğinin belirgin olarak fazla olduğu anlaşıldı. Özetle her 9-10 erkekten biri renk körüyken her 5-6 kadından biri böcekler kadar keskin ve renkli görüyor dünyayı…
Daha da ilginci erkeklerin % 8’inde ama kadınların %50’sinde 4. tip koninin var olduğunu saptayanlar da oldu. Ancak 4 tip konisi olan herkesin bu konilerinin aktif olmadığı, sadece bazılarının gerçekten 3 tip konisi olanlardan daha çok rengi ayırt edebildiği kanıtlandı. Bu çalışmalar, kadınla erkeğin bitmez tükenmez renk kavgasının biyolojik bir altyapısı olduğunun kesin kanıtları.
Böylece yaşa ve cinsiyete bağlı ama bazen ondan da bağımsız olarak dünyayı aynı biçimde görmediğimiz açığa çıktı. Bu çok önemli farkların ayrıntıları ile hala uğraşılıyor. Örneğin beynin görme ile ilgili bölgelerinde de inanılmaz büyük farklar var ki bu durum gözdeki farklara bağlı mı gelişiyor yoksa bambaşka bir şey mi diye inceleniyor. Şimdilik kesin olan şey aynı dünyaya bakıp hepimizin bambaşka şeyler görmemizin biyolojik temelli oluşu.
Bir önceki “Renk aşkına aşkolsun” yazımda söz ettiğim “Dersaadet’te Sabah Ezanları” romanında renk senfonisi döktüren merhum Atilla İlhan’ın beyninin görme ve konuşma bölümlerinin fevkalade gelişkin olduğundan kimsenin şüphesi olacağını sanmıyorum. Ben onun gözlerinin dört konili olduğundan da eminim. Ancak kendiminkilerden bir türlü emin olamıyorum.
Konisel durumlar sizde nasıllar acaba?
Not: Bu yazıyı geçen yıl yayınladığım “Muhteşem Salak Beyin” kitabımdan araklamalarla yazdım. Bu yazıyı beğenirseniz benzer başkalarını da okuyabilesiniz diye kitabın fotoğrafını ekledim.
İlgili yazı: